Zamandan ve Akıldan BaĞımsız Bİr BaĞ: AŞkın Kavramsal Analİzİ
- Bilal Elhansu
- 4 Eki
- 3 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 5 Eki
Aşk, insan deneyiminin en karmaşık, en çok tartışılmış ve en çok tanımlanmaya çalışılmış olgularından biridir; kişiden kişiye değişen anlamları, tarih boyunca filozofların, psikologların ve nörobilimcilerin ilgisini çekmiştir. Ölümü ve yıkımı içinde barındırırken, aynı zamanda yaşamı da kapsayan, insanı eşsiz bir dünyaya götüren bir olgu olarak aşk, tutkuyla çekip bağlayan, yakınlıkla besleyip derinleştiren ve bağlılıkla koruyan; bireyi hem akıldan hem zamandan bağımsız kılan benzersiz bir bağ şeklinde kavramsallaştırılabilir. Bu tanım, aşkı yalnızca romantik bir duygulanım ya da biyolojik bir dürtü olarak değil; çok boyutlu ve disiplinler arası bir fenomen olarak ele almayı gerekli kılar.
Felsefi düşünce tarihinde Platon’dan Heidegger’e uzanan geniş bir yelpazede aşk, insanın kendi eksikliğini keşfetmesinin ve kendini öteki aracılığıyla tanımlamasının bir yolu olarak yorumlanmıştır. Platon, Şölen diyaloğunda aşkı, ruhun eksik parçasını arayışı olarak nitelerken, Heidegger (1996) aşkı, insan varoluşunun açılım alanını genişleten bir ilişki biçimi olarak görür, varoluşu başkasıyla karşılaşma üzerinden anlamlandırır. Sartre’ın varoluşçu yaklaşımı ise aşkı, özgürlük paradoksu üzerinden değerlendirir: Sevilenin özgürlüğünü koruma arzusu ile onu tamamen sahiplenme isteği arasındaki gerilim, aşkın insana hem doruk bir deneyim hem de kaçınılmaz bir sınav sunduğunu gösterir. Bu felsefi çerçeve, aşkı yalnızca bireysel bir duygu olmaktan çıkararak insanın kendini, kimliğini ve varoluşunu kurduğu ontolojik bir zemin olarak sunar.
Modern psikoloji, aşkın çok katmanlı yapısını kuramsallaştırmak için daha sistematik modeller geliştirmiştir. Sternberg’in (1986, 1988) Üçgen Aşk Kuramı, aşkı üç temel bileşen üzerinden açıklar: yakınlık, tutku ve bağlılık. Yakınlık, duygusal paylaşım ve samimiyetin oluşturduğu temel bağı; tutku, fiziksel çekim ve yoğun arzu ile ilişkili motivasyonel boyutu; bağlılık ise kısa vadede aşk kararı, uzun vadede ilişkiyi sürdürme iradesini ifade eder. Bu üç unsur farklı kombinasyonlarda birleşerek romantik aşk, dostane aşk veya tamamlanmış aşk gibi çeşitli formlara dönüşür. Psikolojinin sunduğu bu çerçeve, aşkın kişisel deneyimde nasıl farklı yüzler kazanabileceğini gösterirken, aynı zamanda aşkın bir süreç olarak zaman içinde evrildiğini vurgular. Nörobilim ise aşkın biyolojik temellerini inceleyerek bu duygunun beyindeki izdüşümlerini ortaya koymuştur. Fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleme (fMRI) araştırmaları, aşık olunduğunda beynin ödül merkezlerinde dopamin salınımının arttığını, oksitosin ve vazopressin gibi nöropeptitlerin bağlanma ve güven duygularını güçlendirdiğini göstermektedir (Bartels & Zeki, 2000). Bu bulgular, aşkın yalnızca soyut bir felsefi kavram ya da psikolojik bir durum değil, aynı zamanda nörokimyasal temeli olan bir biyolojik olgu olduğunu kanıtlar niteliktedir. Ancak bu biyolojik açıklamalar aşkı tam anlamıyla “çözmekten” uzaktır, çünkü aşkın birey üzerindeki etkisi, yalnızca beyin süreçlerine indirgenemeyecek kadar kültürel, duygusal ve varoluşsal katmanlara sahiptir.
Aşk bir yandan biyolojik bir dürtü gibi davranır; diğer yandan bireyin kimliğini, değerlerini ve özgürlüğünü yeniden yorumladığı bir varoluş alanı yaratır. Felsefi düşüncenin aşkı insanın kendi sınırlarını aşma deneyimi olarak kavramsallaştırması, psikolojinin bu deneyimi bileşenlerine ayırarak sınıflandırması ve nörobilimin aşkın bedensel temelini ortaya koyması, aşkın tek boyutlu bir tanımla kavranamayacağını açıkça gösterir. Bu çok katmanlı yapı, aşkı hem bilimsel incelemeye hem de felsefi sorgulamaya eşit derecede açık hale getirir. Ne yalnızca ruhsal bir yücelik ne de yalnızca biyolojik bir mekanizma olan aşk, bireyin hem kendine hem de ötekine yönelişini içeren bir bağdır. Zamandan ve akıldan bağımsız görünmesinin nedeni de budur: Aşk, insanın içsel deneyimi ile bedensel varlığı, özgürlüğü ile bağlılığı, tutkusu ile sorumluluğu aynı anda harekete geçirir. Dolayısıyla aşk, ne tamamen ölçülebilir bir olgu ne de bütünüyle soyut bir kavramdır; farklı disiplinlerin kesişim noktasında hem yıkıcı hem yaratıcı hem bireysel hem evrensel bir fenomen olarak varlığını sürdürür. Bu nedenle aşkı anlamaya yönelik her çaba, felsefi, psikolojik ve biyolojik yaklaşımların birlikte değerlendirilmesini zorunlu kılar, çünkü ancak bu bütüncül bakış, aşkın insana neden hem böylesine tanıdık hem de böylesine esrarengiz geldiğini açıklayabilir.
Kaynakça
Bartels, A., & Zeki, S. (2000). The neural basis of romantic love. NeuroReport, 11(17), 3829–3834. https://doi.org/10.1097/00001756-200011270-00046
Heidegger, M. (1996). Being and time (J. Stambaugh, Trans.). State University of New York Press. (Original work published 1927)
Sartre, J.-P. (1943/1993). Being and nothingness (H. E. Barnes, Trans.). Washington Square Press.
Sternberg, R. J. (1986). A triangular theory of love. Psychological Review, 93(2), 119-135. https://doi.org/10.1037/0033-295X.93.2.119
Sternberg, R. J. (1988). The triangle of love: Intimacy, passion, commitment. Basic Books.

Yorumlar