Ben Sen ve Bİz Arasında Aşk
- Esra Akçal
- 4 Eki
- 3 dakikada okunur
Aşk, insanlık tarihinin en kadim meselelerinden biri... İnsanın kendini ifade yolu bulan her yere ve her şeye konu olmuş kocaman bir mesele: masallar, hikâyeler, şiir, şarkı, film, heykel ve resim. Neresinden ve nasıl ifade bulacak kelimelerimde bilmiyorum, ama kendi sesimle bir şeyler söyleyebilir hissediyorum. İnsana dair her şeyin çok başka biçimlerde deneyimlenebileceği gerçeği ve mutlak olmayan sözcüklerle ifade edilmesi gerekliliğine olan inancımla, sürçülisan edersem affola...
İnsandan başlamak uygun olur gibi geliyor. İnsan varoluşsal olarak kendini bilme yeteneğine sahip ve bağ kurabilen bir canlı ve daha birçok şey elbette, fakat bu iki mesele üzerinden söylemek istediklerim var. Kendini bilmek bahsine sonra bakmak üzere bağ kurabilmek üzerinden açmak istiyorum konuyu.
İnsan yavrusu, göbek bağıyla doğduğu dünyaya, bir bakım verene muhtaç geliyor. Kendisine bakım veren, bağ kuran bir ötekine muhtaç, yaşamda kalması bu bağla mümkün. Zaten var olmak için de bir çift insanın bir biçimde bağ kurmuş olması gerekiyor. En kötü ihtimalle ise sadece temas etmiş bedenlerin, yeni bir başlangıca vücud bulduğu bir yer varlığımız. Belki tam da burada başlıyor hikâye: İçine düşülen rahim, sıçrayan bir spermin hikâyesi, aşkla bağlı bir çiftin buluşması ve başlayan yeni bir hikâye. Hayli ideal bir başlangıç, kaç insan yavrusu bu kutlu hikâyeye mazhar oldu bilinmez! Bazen de bir biçimde fırlatılıyoruz dünyaya. Ama bir fark yaratıyor gibi görünüyor: Beklenen, istenen bir bebek olmak ve sevgi dolu bir anne babanın kucağına doğmak. Sonrasında bakım verenlerin gözünden bir benlik algısı oluşuyor içimizde. Yeterince beslenmek, görülmek, sevilmek, korunmak gibi temel ihtiyaçlarımız oluyor. Yerinde ve yeterince karşılandıkça bu ihtiyaçlar, siyah ve beyazdan ibaret kalmıyor dünya, istediğimiz resmi çizebileceğimiz kocaman bir renk paleti açılıyor ruhumuzda.
Doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin... Kutuplar arasında kalmıyor zihnimiz, kelimelerimiz çoğalıyor; bunların ötesinde bir yerde birileriyle derin bağlar kurduğumuz bir hikaye yaşıyoruz. Kutuplar arası bir yüksek gerilim hattında yürür gibi değil; olduğu haliyle bir yolculuk gibi yürüyoruz hayatı. Tam da aşka düştüğümüz yer bu benlik algısından tutuyor bizi, bazen alamadıklarımızın peşinde bu defa almak tutkusuyla, bazen görülmemenin acısından azıcık görülmenin sarhoşluğuyla, bazen de çok görülmenin ızdırabıyla... Tatlı veya acı, zarif veya kaba, yumuşak veya sert, hoş veya boş ya da bir sürü bambaşka biçimlerde ama bir şekillerde deneyimliyoruz aşkı. Geleceğe doğru yürürken, geçmişin sokaklarından geçiyoruz çoğu zaman. Gözlerimiz 5 aylık değil 25 yaşında belki, hatta 35 ama bir an göremeyince yok artık sanıyor, ya da belki daha fazla bakmasın ızdırabında. Ellerimiz 5 yaşında değil artık, 25 yaşında belki, hatta 35 ama ya bırakılırsa korkusu hâlâ orada ya da yeter artık keşke biraz bıraksa... Bazen tanıyoruz da üstelik; bu yolları yürüdüm ben, gördüm bunları diyoruz ve yine aynı çukura düşüyoruz. Velhasıl, yaşam deneyimlerimiz çok değişemiyor, şayet dönüşmüşse bir şeyler, başladığımız yere tekrar dönelim, insanın kendini bilebilmesi bahsine. Çünkü ancak kendini bildikçe dönüşüyor insan.
Elbette sabit bir kendilik ve onu tam olarak bilebilmek değil kastettiğim, nitekim insanın her an değişip dönüşen bir varoluşu var. Fakat aynı zamanda elle tutulan, duyumsanan ve duyumsayan canlılarız. Aşık olup sevdiğimiz, korkup kaçındığımız, coşkuyla neşelendiğimiz, şaşırıp merak ettiğimiz, iğrenip uzaklaştığımız, ihlal edilip öfkelendiğimiz, kırılıp üzüldüğümüz şeyler var. Ve değişip dönüşse de bunları bilebileceğimiz bir benimiz var. Hatta tüm bunlar olurken sıkışan göğsümüz, titreyen ellerimiz, uyuşan ayaklarımızla dikkat kesildikçe konuşan bedenlerimiz var.
Sokrates’ten Mevlâna’ya, Yunus Emre’den Spinoza'ya ve elbette tüm psikoloji literatüründe kendini bilmek üzerine çok şey söylenmiş. Gerçek bir aşk yaşayabilmek de tam da burayla ilgili gibi. Kendini bilmeden karşımızdakini bulmamız, kendi sınırlarımızı görmeden karşımızdakinin sınırlarını görebilmemiz, kendimizi sevmeden karşımızdakini sevebilmemiz pek mümkün görünmüyor. İçinde var olduğumuz bu ihtişamlı sistemin her bir parçasıyla yeniden var oluyoruz. Anne babamızın veya başka bakım verenlerimizin gözlerinde başlayan bu yolculuk, arkadaşlıklar, dostluklar ve aşkla, belki sonra kendi anneliğimiz ve babalığımızla yeniden ve yeniden var olduğumuz bir yolculuğa dönüşüyor.
Aşk kendimize daha yakından bakabilme fırsatını bulduğumuz,
kırılıp/kırdığımız,
onarıp/onarıldığımız,
yaralayıp/yaralandığımız,
iyileşip/iyileştirdiğimiz
bir şeye dönüşüyor gibi...
Kendimize temas etmek için bir fırsattır belki de aşk.
Kendi varlığımızı yitirmeden, yanımızdakini yok etmeden; göz göze, görerek ve görülerek, el ele tutarak ve tutularak yürümektir belki de aşk.

Yorumlar