SARMAŞIĞIN GÖLGESİNDE
- Adile Alagöz
- 4 Eki
- 4 dakikada okunur
Bahar sabahıydı. Sabahın serinliği mutfağa sızıyor, eski tül perdeleri usulca sallıyordu. Uzaktan bir söğüt ağacının dalları rüzgarla dans ediyor, kendi kendine bir şarkı mırıldanıyordu sanki. Dedemin evindeydim, bu evde özlediğim eski bir dostu görmüş gibi vuslata eriyorum daima. O sabah ise dedem aramış, kendisi çağırmıştı beni.
Çay fokurdayınca pencereden bakışımı çektim. Bardakları doldurup dedemin odasına geçtim. Ellerini arkasında kavuşturmuş, duvardaki tabloya dalmıştı. İçeri girdiğimi fark edince sedire doğru ağır adımlarla yürüdü. Ben sehpayı çekip bardakları bıraktım, o da yanına oturmamı işaret etti.
Bugün alışılmadık bir sessizlik vardı üzerinde. “Nasılsın?” diye sordum yanına otururken.
Başımı usulca öptü. “Sen geldin ya, kanadım olsa uçarım…” dedi. Omzuna yaslandım. Sessizliğin içinde bu iltifatın tadını çıkarmak istedim. Benim için hayatta duyulabilecek en güzel sözlerden biriydi bu.
Dedemin sohbetleri baldan tatlıdır. Her sözü kulağımda küpe, her nasihati hem bir ders hem bir sarsıntıdır bende. Onunla konuşurken zaman erir gider. Kimi zaman onunla gençliğinde buğday tarlasında ter dökeriz; kimi zaman çarşıdan Yusuf Paşa Camii’ne yürürüz; kimi zaman nar tanelerinin bereketine, dizilişine hayran kalırız beraber. Dedem anlatır, ben dinlerim. Sonra benim devam etmemi ister, ben de bugünün dünyasından bahsederim ona.
Derin, biraz titrek bir sesle, “Bu tablo kimin, biliyor musun?” dedi. Sorusu odadaki sessizliği yırtan bir bıçak gibiydi. Başımı omzundan kaldırdım. Karşımızda, yıllardır aynı yerde duran tabloya baktım. Sanki duvar, yalnızca bu tabloyu taşımak için yapılmıştı. Onun varlığıyla tamamlanıyor gibiydi.
“Bilmiyorum… Ama hep buradaydı galiba. Benden çok yaşadığı kesin.”
Dedem gülümser gibi oldu. “En az elli belki altmış yıllık,” dedi usulca.
Şaşkınlıkla yüzüne döndüm, oysa o hâlâ tabloya bakıyordu. Sehpadaki çaylara her zamanki gibi şeker attım, dedemin bardağını karıştırdım. Titreyen elleriyle bir yudum aldı. Sonra gözlerini hiç ayırmadan sordu:
“Peki… sana ne anlatıyor bu resim?”
Cevap vermekte zorlandım, çünkü tabloya baktıkça gördüğüm şey bir yandan bana gençliği, tazeliği, yaşamın tüm diriliğini fısıldıyor, öte yandan içinde taşıdığı giz, kelimelerime engel oluyordu; yine de, “Bence kişiden kişiye değişir,” diyebildim, dudaklarımda yarım kalmış bir tereddütle.
Dedem hafifçe gülümsedi, gözleri hâlâ tablodan ayrılmamışken, “Ben de sana soruyorum işte,” dedi.
Omuzlarımı toparladım, sesime biraz cesaret yükleyerek, “Yeşilden bahsediyor gibi, tazelikten, gençlikten… İnsan ister istemez özenilecek bir hayat düşlüyor karşısında; sanki ressam yaşamak için güzel sebepler bulmuş ve fırçasına saklamış gibi,” dedim, fakat cümlelerim her kelimede daha da yavaşladı, gözüm dedemin yüzünde, onayını bekler gibiydim.
Oysa dedem çayından küçük bir yudum aldıktan sonra, neredeyse bir sır verir gibi, “Dikkatli bakmıyorsun,” dedi, “fidanın köklerine bak.”
Ayağa kalktım, biraz daha yaklaştım resme. İnce, narin bir zeytin fidanı duruyordu zeytinliğin ortasında; dimdikti, ama gövdesini çoktan sarıp kuşatmış bir sarmaşıkla birlikte yaşıyordu. Nereden gelip nasıl bu kadar sıkı sarıldığı belli değildi, sanki bir anda orada belirmiş, bütün gövdeye kendiliğinden yerleşmişti. Sarmaşık ışıldayan yeşilleriyle resme canlılık veriyor, fidanın kökleri ise dedemin söylediği gibi, kurumuş, sararmış yapraklara gömülüyordu.
“Kuruyor,” dedim usulca, kelimelerim resmin içine düşmüş bir gölge gibi ağırlaştı.
Yine de fidan hâlâ dimdikti, gövdesi kararlı bir ısrarla ayaktaydı. Fakat her şeyden önemlisi, o dimdik gövdenin çoktan sarmaşığın bedenine karıştığını, birbirine tutunmuş bu iki canlının artık ayrılmaz bir yazgıyı paylaştığını görmekten kendimi alıkoyamadım.
“Bana sorarsan sevdadan şiirler fısıldıyor.” Dedi dedem.
"Sen mi yaptın dede?"
Gözleri, bakışlarını tablodan ayırarak bana çevirdi. Yaşlı, çatlak dudaklarında ezile büzüle bir tebessüm belirdi. "Benim bu parmaklarımla fırça tuttuğumu, boyaya bulandığını hiç gördün mü?"
Susuyordum. Cevabımı zaten biliyordu.
"Kimin çizdiğini hiçbir zaman öğrenemedim," diye ekledi sesi biraz daha derinleşerek. "Bütün bir ömür, bu sorunun peşinden gitti. Bu resim, bir kadına hediye edilmişti. O kadın da, ömrünün sonuna dek, her sabah Cemil Horo'yu açıp, bu resmin karşısında kederini tazeledi."
Dedem anlattıkça, ben nefes almaktan bile çekinir oldum. Sessizliğim, ona anlatmaya devam etmesi için bir davetiye oldu.
"Dinle," dedi, sesi adeta tablodan fısıldayan sırra karışırcasına alçalarak. "İncecik, gencecik bir fidana dolanmış sevda sarmaşığının hikayesini anlatıyor bu. O kadın, her akşam buraya, tam karşısına kurulduğunda, ben de şu sedirin gölgesine büzülür, onu ve resimdeki ıstırabı izlerdim. Çocuk aklımla, ikisinin de aynı acıyla solup gittiğini sezerdim. Büyüdüm, güçlendim, ama o hep aynı yerde, aynı inatla, aynı hüzünle oturmaya devam etti."
Derin, hırıltılı bir nefes çekti. Nefesi, sessiz odada eski bir körük sesi gibiydi. Bardağını usulca sehpaya bıraktı. Benim çayım ise, unutulmuşluğun verdiği sarılıkla, artık soğumuş ve dumansızdı.
Ayağa kalktı. Yaşlı bedeni, adeta hayatının bütün ağırlığını sırtlanmışçasına öne eğikti. Resmin tam karşısına geçip, ellerini belinde kavuşturdu, ona yeniden baktı. Bu kez bir izleyici değil, bir yargıç gibiydi.
"Bir gün," diye mırıldandı, neredeyse kendi kendine, "fark etmeden yaklaşmışım. Onu duydum. Fısıltısı, kulaklarımda yankılandı: 'Sende yürek yok muydu?' dedi. 'Alıp götüreydin beni de... Sarmaşığımı da…”
“Dede!”dedim sessizce, sesim bir fısıltıdan öteye geçemedi. Duymadı.
Dedem gözlerini tabloya dikmiş, yaşlı ellerini belinde kenetlemişti; ben ise resmin önünde duruyordum, sanki hem geçmişin hem de şu anın ağırlığını dedemle birlikte omuzlamaya çalışıyordum. Derin bir sessizlik çökmüştü; yalnızca arada Cemil Horo’nun hüzünlü ağıdı odanın duvarlarında yankılanıyordu.
“Ben o zaman anladım resmin sırrını,” dedi dedem, sesi hâlâ titrek ama kesin, “resimdeki genç fidan, o kadındı. Kurudu… ama sarmaşık, tıpkı bir sevda gibi, ömrüne yayılıp uzadı, sarıp sarmaladı her yanını; onunla birlikte yaşadı, onunla birlikte direndi, onunla birlikte soldu.” Yavaşça geri dönüp yanıma oturdu, "O kadın, annemdi..." dedi.
O sözler, birden ağır bir yük gibi kalbime indi. Gözlerim doldu, dudaklarımın arasından hiçbir kelime çıkmadı. Dedem, yanağımdan usulca inen bir damla gözyaşımı sildi. Sakin bir sesle sordum, “Sen oğlan çocuğu olarak, annenin bu sırrına ortak oldun öyle mi?”
“Benim buna hakkım yoktu,” dedi fısıldar gibi. “Sadece saygı duydum. Sadece izledim.”
Ardından hafifçe gülümsedi, başını salladı; sanki yılların yorgunluğu ve sevdanın ağırlığı onun omuzlarından biraz kalkmıştı. “Artık senin,” dedi, “bu tablo, bu anılar, bu miras… Hepsi senin.”
Ayağa kalktım, tablonun tam önünde durdum. İnce, narin zeytin fidanı hâlâ dimdikti; sarmaşık ise göz alıcı yeşiliyle fidanı sıkıca sarmış, kendi yaşamını fidanın ömrüne öylesine karıştırmıştı ki, artık birbirlerinden ayrılamaz görünüyordu. Bir süre öylece durdum; ve o an, geçmiş, şimdi ve gelecek birbirine karıştı; dedemin sessiz onayı, sarmaşığın yaşam ısrarı ve fidanın dimdik duruşu, bana bu dünyanın en ağır ama en güzel gerçeğini fısıldadı: Aşk, bazen gölgesiyle birlikte yaşar, bazen sarar, bazen tüketir, ama hep iz bırakır; tıpkı bu resim gibi, sessiz ama kalıcı, gizemli ama gerçek.

Yorumlar