top of page

Elena

Güneşli bir öğlen vaktiydi. Herkes beyaz çiçekler içinde beni bekliyordu, heyecanlıydım. Güzel bir tören olsun istiyordum, sonsuza kadar hatırlamak isteyeceğim. Yüzümdeki heyecanın görünmesinden korkmuyordum. Hep bunu düşlemiştim, burada olmak istemiştim. Buradaydım işte, tüm zamanları içinde barındıran, tüm yaşayanlara, ölülere, aşklara şahit olmuş, vitraylarına hiç yansıma düşmemiş, edilen tüm dualara ait seslerin hala duvarlarında yankılandığı, zamanın soldurmadığı, kendimi hep beyazlar içinde avlusunda dolaşırken hayal ettiğim kilisedeydim. 


Sokağa açılan merdivenlerinden usulca iniyorum, herkes beni bekliyor, herkes bana bakıp gülümsüyor. Orfeas da bana bakıyor ve gülümsüyor; yakasına iliştirdiği küçük beyaz çiçeklere gidiyor eli. Babam geliyor, ellerimden tutup beni Orfeas’a doğru götürüyor. Küçük çocuklar koparılmış kırmızı gül yapraklarını fırlatıyorlar bana doğru. 


Buradayım işte, ellerim Orfeas’ın ellerinin içinde, yüzü bana bakıyor. İkimiz de genciz, heyecanlıyız. Mutlak sona biz de ulaşmak üzereyiz. Eğiliyor bana doğru, kulağıma fısıldıyor. ‘‘Elena, benim güzel Elena’m… Bak işte buradayız! Elena, adın öyle güzel ki! Beyazlar içinde tenin parlıyor Elena, eski zamanlarda işlenmiş bir heykel gibi.’’ 


Yüzünde beni ilk gördüğü anki heyecan var, gözlerinin içi parlıyor, yıllardır içinde büyüttüğü bütün aşk yüzünde duruyor. Bu adamı seviyorum işte ben, her fırsatta beni sevdiğini söyleyen, beni her gördüğünde heyecanlanan adam! Ruhumu saran onun sevgisi, tenimde hissediyorum bunu. Nerede olursam olayım onun aşkı hep üzerimde oluyor.


Alkışlar, serpantinler, çiçekler içinde aşkımızı herkese gösteriyoruz. Burada, çocukken olmayı en sevdiğim yerde, eski kilisenin taştan duvarları içinde. Yazgım daha o zamanlarda yazılmıştı, biliyordum, bu kilisenin bana bir ömrü bahşettiğini hissetmiştim. Biliyordum, benim için başlangıç da son da burada olacaktı. 


Orfeas’ı da ilk burada görmüştüm. Ben dizlerimin üzerine çökmüş, Tanrıya ettiğim duayı bitirdiğimde, başımı sola çevirmiş ve yanımda onu görmüştüm. Onu dua ederken izlemiştim. Onu izlediğimi fark edene kadar başımı çevirmemiştim. O duasını bitirdikten sonra yüzünü bana çevirmişti ve hiç tedirgin olmamıştım. Yüzünde bir gülümseme ile bakmıştı bana, elini uzatıp ‘‘Ben Orfeas.’’ demişti.

Şimdi aynı yerde, ellerini tutuyorum. ‘’Ben Elena.’’ diyorum, o ‘’Ben Orfeas.’’ diyor. Herkes duyuyor bizi, herkes bizim için mutlulukla gülümsüyor, bizim için iyi dileklerde bulunuyor. Ben dâhil herkes, bizim sonumuzun mutlu son olduğunu sanıyor. Orfeas’ın da o zamanlar öyle düşündüğünü biliyorum. O da bilmiyor zamanın içinde bize neler olacağını. 


İnsanlar değişir, insanların istenci değişir. Yaşamın her döneminde başka birine dönüşürüz, başkası gibi yaşarız. Zaman zaman eski bizi özleriz, ona geri döneriz ama onunla yaşamayı sürdüremeyiz.


Bizim hikâyemizin sonunu değiştiren de bu başkalaşım oldu, yaş aldıkça başkalaştık. Birbirimizin için biricikken herhangi biri olduk. Benim Orfeas’a duyduğum aşk hiç başkalaşmadı ama, zamana yayıldıkça çoğaldı.


Başkalaştıkça beni bırakmak yerine beni sevmeyi bıraktı, başka aşklar istedi. Bana söyleseydi eğer anlayışla karşılar, ona güzel hayat dilerdim. Ama o bunu yapmadı. İhanet etmek bir tercihtir, onun tercihi bu oldu. 


Bununla nasıl baş edeceğimi bilemedim. Orfeas benim inancımı kırdı. Beni bu denli seven adamla bana ihanet eden adam bir olamaz dedim. Öğrendiğimde yüzünde başka bir yüz görür gibi oldum. Orfeas değildi o, başkasıydı, hiç tanımadığım bir adamdı. 


Bugün cumartesi, pencereden yüzüme sarı bir ışık vuruyor. ‘‘Cumartesi günlerini vedalara çok yakıştırıyorum.’’ demişti bir gün. ‘‘Veda etmeyi önceden düşünürsem cumartesi günleri seçerim hep. O günün farklı bir bohem havası oluyor. Zaten kimse de mutlu bir pazar gününde terk edilmek istemez, cumartesi vedalar yapılır, gecesine ağlanır ve pazar sabahı bir kahvaltı sofrasında bütün taşları yerine oturtulur, hayata devam edilir.’’


Bunu düşünüyordum. İçimden ‘‘Cumartesiler vedalara yakışır.’’ diyordum. ‘‘Bir pazar kahvaltısında herkes her şeyi unutur. Unutulsun, iyice unutulsun.’’


Yatağımdan doğruldum, soğuk duvarlar üzerime çöktü. Yataktan çıkıp sıcak bir duş aldım, Orfeas’a ait ne varsa akan suyla yitip gitti vücudumdan. Duştan sonra iyice kurulandım. Etekleri ayaklarıma değen beyaz saten elbisemi giydim, aynanın karşısına oturdum. Biraz pembe pudra süründüm, kirpiklerimi siyaha boyadım, dudaklarıma kırmızı ruj sürdüm. Toplamadım saçlarımı, omuzlarımdan belime döküldü. 


Uzun ve sarı saçlarım vardı. Beyaz tüllerle sarınmış, yalnız bizim için işlenmiş bu yatağa her girdiğimizde lepiska saçlı derdi bana Orfeas, o bana dokundukça lepiska saçlıymışım. O bana dokunduğunda, o bana dokunduğunda… Aynı hislerle mi dokundu ona da? Gözleri de yıldızlar kadar parladı mı ona bakarken? Aynı bedeni paylaştığım kadın bir yabancı benim için, Orfeas için değil. Orfeas onun her şeyini biliyor, tanıyor onu. Ben de Orfeas’ı. Yani öyle sanıyordum. ‘‘Bu adam bana âşık!’’ diyordum. Bana olan tutkusunu yüzünden okuyordum. Demek ki yanılmışım, demek ki yüzleri okumayı bilmiyorum. Kendimce sanrılar yaratıyorum sevdiklerimin yüzünde, belki de görmek istediğimi okuyorum ya da onları bildiğim haliyle, onlara yakıştırdığım anlamı buluyorum yüzlerinde. Öyle ya da değil. Yanılmışım işte, bana bakarken içinin titrediğini gördüğüm adam, bir başkası için de aynı şeyleri hissedebilirmiş. Başka bir aşkın koynunda kendi var edebilirmiş. 


Yüzüme tekrar baktım, dudaklarımdaki kırmızılığı daha da koyulttum. Göğsüme vurdum, bir daha vurdum. ‘‘Göğsüme vurulan hep aynı aşktaki onursuzluk!’’ dedim, benden başka kimse duymadı. Kalktım aynanın karşısından, boynuma beyaz tül şalımı doladım, kırmızı rugan ayakkabılarımı giydim, evden çıkarken yanıma anahtarımı almadım.


Küçük bir kız çocuğu hevesinde, lepiska saçlarımı rüzgâra karşı savura savura yürüdüm. Kalabalık sokaklardan geçip caddeye çıktım. Kiliseye doğru ilerledim. Çocukken buraya her geldiğimde başımı göğe kaldırıp,  kilisenin çatılarında dolaşan güvercinleri izlerdim. Onların göğün sonsuz boşluğunda süzülüşlerine hayranlıkla bakardım. Şimdi ben de o kuşların yaptığı gibi çatıda duruyorum. Bir adım daha atarsam, onların yaptığı gibi göğün sonsuz boşluğunda süzüleceğim, bedenim rüzgârı hissedecek. 


Kendi sesim içimde yankılanıyor. ‘‘Öl!’’ diyorum kendime, ‘‘Ölünce bitecek. Ölünce belleğin silinecek. Ölünce her şeyi unutacaksın, unutunca bitecek, hiç yaşanmamış olacak. Rüzgâr, beyaz tül şalı boynundan çekip alacak. Düşerken ağlamayacaksın, çünkü ölünce bitecek.’’ 

Bir adım daha atıyorum, kilisenin o güzel avlusuna düşüyor bedenim. Beyazlar içindeki saten elbisemin rengi kırmızıya dönüşüyor tıpkı dudaklarıma sürdüğüm ruj gibi.


Son Yazılar

Hepsini Gör
Aşkın Üç Halİ

Abbas Kiyarüstemi’nin İran taşra hayatını anlattığı güzel filmi  ismini genç yaşta vefat eden İranlı şair Füruğ Ferruhzad’dan alır....

 
 
 
Ben Sen ve Bİz Arasında Aşk

Ben Sen ve Biz Arasında Aşk Aşk, insanlık tarihinin en kadim meselelerinden biri... İnsanın kendini ifade yolu bulan her yere ve her şeye konu olmuş kocaman bir mesele: masallar, hikâyeler, şiir, şar

 
 
 
Georgette İlİr’e Söz Verİyor

Georgette İlir’e Söz Veriyor İlir: Bununla ne yapacağımızı bilmiyorum Georgette! Ona bir şey gibi davranabilirim, bir yer gibi, bir kimse gibi, bir imleç gibi? Georgette: Neye? İlir: Kendim gibi davr

 
 
 

Yorumlar


bottom of page