Eksİklİk, Arzu ve AŞk: Lacancı Bİr BakıŞ
- Zeynep Akbaş
- 4 Eki
- 2 dakikada okunur
Aşk, sahip olmadığın şeyi onu talep etmeyen birine vermektir.
Lacan, VIII. Seminer
Aşk hakkında konuşuruz, aşk hakkında yazarız ve hayatımız boyunca aşkın bir Öteki'nde olduğu yanılsamasına kapılır dururuz. Lacan'ın tanımsız olarak tanımladığı aşka dair ne çok şey yaparız! Belki kaybettiğimiz ilk aşk nesnesine bu sefer yeniden kavuşacağımıza inanırız, belki de eksikliğimizin üzerinin örtüleceği düşünü içimizde taşırız. Son tahlilde anlarız ki, her birimiz aşkla bir şekilde hemhal oluruz.
Bruce Fink, Lacan'da Aşk kitabına şöyle bir giriş yapıyordu: "Aşkı şeytanlaştırıp bir kalemde silmeli mi yoksa ona övgüler mi düzmeli? Aşkın getirdiği kıyas kabul etmez coşkuyu yüceltmeli mi yoksa insana hissettirdiği yoğun acı ve çaresizliği yermeli mi?” Aşkın paradoksu tam bu sözlerde yatmaktadır: Hiçbir kalıba tam olarak sığmayan, ne taşan ne de dolan aşk. Belki de bu nedenledir ki şairlerin, filozofların, ressamların ve psikanalistlerin hep gözdesi olmuştur.
Dünyaya gözlerini açan insan bebeği, hayatı boyunca tekrar tekrar arayacağı kayıp bir aşkın içine düşer: Eksiksiz, ahenkli, bütünlüklü ve annenin arzusunun nesnesi olduğu o ilişki. Ben ve öteki ayrımının olmadığı bu imgesel düzende, anne ve bebek yanılsamalı birliğin içinde süzülmektedir. Ne var ki bu ilişki uzun sürmez ve Baba-nın Adı (the Name-of-the-Father) bir üçüncü olarak araya girerek büyülü birlikteliği bozguna uğratır. İkili birliğin yerini ödipal karmaşa alırken, çocuk da annenin imgesel fallusu olmadığı gerçeğiyle karşı karşıya kalır. Annenin ilgisinin tek odağı olmadığını fark eden çocuğun bilinçdışında şu soru belirir: “Che vuoi?” (Benden ne istiyor?)
Baba işlevi —Lacan burada ne biyolojik ne de fiili bir babayı kasteder, yasayı temsil eden, annenin söyleminde yer alan bir üçüncüyü anlatır— sayesinde kastre edilen, yasanın, toplumsal düzenin, otoritenin ve dilin içine düşen özne, ruhunda beliren eksikle karşı karşıya gelir. Açığa çıkan bu eksiklik, öznenin bir daha asla yerine koyamayacağı ancak biteviye arayacağı nesne a’nın doğumuna yol açar. Nesne a, her birimizin psişesine yerleşmiş yadigâr bir kalıntıdır esasında. Özne ne kadar anneden ihraç edilmiş, bölünmüş ve simgeselin içine atılmış olsa da, bu kalıntının hazzı sayesinde arzulayan bir varlık olarak yaşamını sürdürür. Arzuyu mümkün kılan ise fantazidir. Zizek bunu şöyle açıklar: “Fantazi, hem arzumuzu koordine eden çerçevedir hem de ‘Che vuoi?’ sorusuna karşı bir savunma, Öteki'nin arzusunun boşluğunu, uçurumunu gizleyen bir perdedir.”
Fakat arzu nesnesi kaygandır ve özne ne zaman tutmaya yaklaşsa elinden kayıp gidecektir. Çünkü arzu, Öteki’nin arzusudur. Lacan’ın dediği gibi, “İnsan Öteki’nin kendisini arzulamasını arzular.” Aşk da böyle değil midir?
Aşk, her zaman eksiklik, boşluk ve hiçlikle örülüdür. Bunlarla birlikte umuttan, heyecandan ve mutluluktan da pek uzakta değildir. İyinin veya kötünün meselesi değildir aşk. Arzunun, varoluşun, jouissanceın meselesidir. Her aşk deneyimi, das Ding’in gölgesiyle işaretlenmiştir ve bu gölge sayesinde arzulayabilir bir hale gelmişizdir. Özne nasıl eksik üzerine kurulduysa aşk da böyle kurulmuştur. Ve işte tam da bu yüzden aşk, tamamlanmamışlığın boşluğunda gezinir; tekrar ve tekrar yazılır, yeniden sahnelenir ve yeniden kaybedilir. Ta ki özne, onu yeniden bulduğuna dair yanılsamaya bir kez daha kapılana dek.

Yorumlar