Burak TamdoĞan İle AŞka Daİr Bİr SöyleŞİ
- Aleyna Kardaş
- 4 Eki
- 7 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 5 Eki
Sanatın, yaşamın ve duyguların merkezinde aşk vardır. Bu röportajda, sevgili Burak Tamdoğan oyuncu ve sanatçı olarak deneyimlerini, aşka bakışını ve aşkın sanata etkilerini samimi bir dille paylaşıyor. Okurken aşkın dönüştürücü gücünü hissedeceksiniz.
-Öncelikle size tanıyalım. Burak Tamdoğan’ı bize nasıl anlatırsınız?
-Öncelikle tabii ki kişinin kendini tanıtması zor; durduğumuz yerden gördüğümüzle karşıdan görülen farklı olabiliyor. Ama ben kendimi tanıtırsam ne derdim? Bir kısmı ezberdir kendimizle ilgili söylediklerimizin. Benim ezberimde şunlar var: Çocukken mesleklerden sadece şairlik dikkatimi çekiyordu, ilgimi çekiyordu. O yüzden de okuma-yazmayı bile bu motivasyonla öğrendim. Sonra okumanın da gerektiğini öğrendim. Sadece yazacağımı düşünüyordum, öyle zannediyordum. Aslında yaptığım her şeyi böyle anlıyorum.
Daha sonra Aristoteles’in Poetika kitabı —ki bilinen ilk estetik kitabıdır, estetik üzerine yazılmış ilk kitaptır. Anlamı “şiir sanatı”dır ve bütün sanatları bunun altında inceler. O zaman fark ettim ki özümde, imgelemin kendisi zaten şiirsel bir şey; sanat dediğimiz şey de bir üst dil, soyut bir düşünme biçimidir. Galiba medeniyetin sunduğu cevher de bu. Onun dışında oyuncuyum, babayım, iki çocuğum var. Her şeyden çok onlardan öğrendim; bunu söyleyebilirim kendim hakkında. İki üniversite okudum: Biri ODTÜ, Psikoloji; diğeri Dil-Tarih, Tiyatro. Özde de yazarım, oynarım, bestelerini yaparım, söylerim, çalarım, dans ederim. Benim işim tam olarak bu aslında, galiba.
-Hiç aşık oldunuz mu?
-Elbette oldum. “Aşık olmadım” diyen kişinin ya hormonal bir sorunu vardır, ya sosyal bir sorunu vardır, yahut da sosyal zekâsıyla ilgili bir sorunu vardır, diye düşünüyorum. Tabii ki travmalar da olabilir, bunu da küçümsemeyelim. Aşık oldum, çok aşık oldum. Ama tabii ki hepsinin yeri farklı. Çocukken kapıldığınız aşklar başka, yetişkinken kapıldığınız aşklar başka. Ama hiçbirini, çocukken olanı küçümsemiyorum; büyükken olanı daha çok önemsemiyorum. Çünkü yerinde olduğu haliyle her birinin kendi ağırlığı var. O dönem çok ağırdı; bugün hafif görünse de “ağır” derken doygun aşklardı. Aşk olmasa galiba hayatla ilgili de ciddi sıkıntılarımız olurdu. Çünkü hayat bir miktar duyguyla netleşen, şekillenen bir şey. Yediğimiz içtiğimiz, gezdiğimiz tozduğumuz, çok para kazanmamız ya da hiç para kazanmamamız… Oyumuz buyumuz, her şeyi bir kenara koyalım; bütün bu fabrika duygusal tatmin için dönüyor. Ve o duygular tatmin olmuyorsa —ki dikkat edin, toplumsal olarak da en çok bastırılan şey o duygulardır— bu büyük bir eksikliktir. Çünkü o duygular sizi birinin kölesi de yapabilir, sizi özgür birisi de yapabilir. Özde hep bilmemiz gereken şey şudur, diye düşünürüm ben: Elimizde bir tane hayat var, kalanıyla ilgili bilgimiz yok. Orada yaşayıp yaşayamayacağımız, görüp göremeyeceğimiz tek şey bu duygusal doygunluk. Duygularımızı rahat rahat yaşamak… Çünkü bu hayattan alacağımız, galiba bize kalan şey de bu.
-Peki, sizin için aşk ne demek? Hayatınızda aşkın yeri nasıl?
-Aşk, bu hayattan alabileceğimiz yegâne şeydir. Başka bir şey yok. Bu yüzden dikkat edin, bazıları bunu bulamaz ve yemeğe âşık olur. Bazıları bunu bulamaz, gezmeye âşık olur. Ya da şöyle diyelim: Hepsi aşktır. İlla kişiye duyulan aşktan bahsetmiyorum; tanrısal aşk olabilir, dünyaya âşık olmak da olabilir. Kendine âşık olmak dışındaki aşkların tamamı evladır. Kendine âşık olmak ise başkalarını tüketen bir şeydir, o yüzden özellikle söylüyorum. Diğer aşklar sizi tüketir. Sizin ömrünüzdür, sizin tercihinizdir. Ama başkalarının ömrünü tüketmediğiniz sürece, hayatınızı nasıl sarf ederseniz edin… Aşkla sarf edince ve aşk için sarf edince, elbette ki daha keyifli olur.
-Gençlikteki aşk ile olgunlukta hissedilen aşk arasında sizin için en büyük fark neydi?
-Açıkçası gençlikteki aşkla çocukluktaki aşk arasındaki fark… Çocukken aşk daha olanaklıydı. Çünkü dünyanın büyük bir kısmı hayal dünyanızda şekilleniyor ve oradan yeniden dışarı çıkıp size göründüğü gibi oluyordu. Dolayısıyla çocukken, bir yandan aslında daha imkânsızken, diğer yandan daha olanaklı olması çok acayip. Bunun sebebi de çocukken hayal gücünüzün başkaları tarafından sınırlandırılmaması ya da henüz sınırlandırılmamış olmasıdır, herhalde. Gençlikte ise aşk daha kısıtlı, daha zor durumlarla dolu ama yine de oldukça geniş bir alanı var. Her şey mümkün. Peki, ne zaman mümkünatı kalmıyor biliyor musunuz? Otuzlu yaşlarda bazı şeyler sınırlanıyor. Kırklı yaşlarda bunun daha da azaldığını görüyorsunuz. Ben şimdi elli dört yaşındayım. Elli dört yaşında aşkın bir sürü imkânsızı var, bir sürü “olmazı” var. Hayal gücüm daha mı az çalışıyor? Biraz yaşım ve tecrübem gereği, artık daha zarar verebilecek bir insan olduğumun da farkındayım. Çocukken zarar görebilecek bir insandım; gençken de öyleydim. Ama şimdi söylediklerim önemseniyor, insanları daha çok tanıdım, etki alanım büyüdü. Bir yandan da tanınan bir oyuncu olmanın etkisi var. Dolayısıyla zarar verme ihtimali artıyor. Bu yüzden daha hassas davranmak gerekiyor. Şu anda aşkın birincil sınırı, benim açımdan, karşı tarafın sınırları. Bunu öngörüyorum, bunu görmek zorundayım, hatta bunu görmeye kendimi zorluyorum. Daha iyi bir insan olmak ve kendimle barışık kalabilmek için buna ihtiyacım var elbette. Dolayısıyla aşk, şimdi hayal gücüm aynı gelişmişlikte olsa da, hayal gücüm kadar olanaklı değil. Eskiden olanaklıydı, belki de bilmediğim için. Ama sonuçta bilmiyorsanız, o olanak duygusu gerçektir. Şöyle diyemem: “Çocukken bilmiyorduk, bu yüzden olanaksızlıklarımızın farkında değildik, daha rahat ve özgür zannediyorduk.” Hayır, özgürdük. Çünkü hapishaneden haberdar değilseniz, hapishane sizin için yoktur. Düşünsenize, şimdi dünyada özgürlükten bahsediyoruz ama dünyaya hapsolmuş durumdayız. Hadi buradan bakalım: Dünya bir hapishane olsaydı ve biz onu öyle algılasaydık, hâlâ özgürlükten bahsedebilir miydik? Dünyanın en kısıtlanmış bireyleri çocuklardır. Yetişkinler tarafından sürekli kısıtlanırlar. Ama onlar kadar özgür kimse yoktur, çünkü tutsaklıklarının farkında değildirler. Bunu bir öneri gibi söylemiyorum, ama çocukluk, gençlik ve orta yaşlılık üzerinden çıkarımım şu: Yetişkinken biraz daha sorumluluğumuz var. Aşkın sınırları, hayal gücümüzden biraz daha dar. Yetişkinlikte aşkın sınırları, başkalarının hayatlarıyla belirleniyor.
-Aşk, insanı varoluşsal olarak nasıl dönüştürüyor sizce?
-Aşk, varoluşlarımızı şöyle dönüştürüyor, bakın… Öncelikle şunu ayırmak gerekiyor. Benim küçük bir aşk tanımım vardır. Bir insana duyulan aşktan bahsediyorum ama aslında aynı şeyi bir işe, herhangi bir başka şeye ya da Tanrı’ya duyulan aşk için de söyleyebiliriz. Birinci olarak, âşık olduğunuz şeyi her şeyiyle seversiniz —elbette bilebildiğiniz kadarıyla. Ama kalan yüzde elli, o şeye âşık olanın kendinizle ilgilidir: O şeye âşık olma hâlinizi, o şeyin gözünde gördüğünüz kendinizi seversiniz. Tanrısal aşkta da böyledir. “Onun gözünde gördüğüm kendim ne demek?” diyebilirsiniz; ama bunun da bir tarifi var. Yani nasıl göründüğünüzü tarif eden bir hâl vardır; dolayısıyla o hâli de sevmeniz gerekir. Bir insanın size bakışını, o aşk içerisindeki varlığınızı… İşte bu da diğer yüzde ellidir. Yani yüzde elli, o merciyi sevmek; kalan yüzde elli ise onun gözünden görünen kendinizi sevmektir. Bu durumda ne olur? Aşkın dönüştürücülüğü tam da buradadır. O sizi nasıl görüyorsa, siz de öyle değişirsiniz. Hep denir ya: “İnsan âşık olur, olduğu gibi sever, sonra da onu kendine göre değiştirmeye çalışır.” Çünkü hayat zaten bizi değiştirir. İşte bu noktada aşkın nasıl dönüştürdüğünü anlayabiliriz. Her aşkta başka bir insana doğru yönlendiriliriz. Bu istemsizce yapılan bir şeydir. Toprağın size verdiği mineraller, mevsimin getirdiği güneş ya da soğuk nasıl etkiliyorsa, aşk da öyle etki eder. Kaçınılmazdır. Ama bir de şunu ayırmak lazım: Eğer kendinizi onun gözünde sevme hâliniz, onu sevmenizden fazlaysa, bunun adı aşk değildir. Yine bir aşktır belki, ama aşkın kendisi değil; burada yaşanan şey aslında kendinize duyduğunuz aşktır. Bu durumda bir ilişki yaşanmaz, zaten karşı taraf hazin, üzüntülü, tatminsiz ya da sürekli ezilen bir hâlde olur. Buna aşk diyemeyiz, çünkü karşılıklı değildir. Yine de insana bir şey öğretir, ama elbette gerçek aşk kadar onore edici değildir. Aşkta inanılmaz mutlu hissedersiniz kendinizi. Bütün varlığınız sizi ödüllendirir. Düşünsenize, cildiniz güzelleşir —bu dışarıdan görünen kısmı. Organlarınız daha iyi çalışır —bu içeriden görünen kısmı. Daha neler neler… Hem zihinsel hem de fiziksel olarak sizi dönüştürdüğü bilimsel olarak da nettir. Bizi inşa eden şey, aşkın varlığı ve yokluğudur zaten.
-Oyuncu olmak, aşka bakışınızı veya aşkı deneyimleme biçiminizi değiştirdi mi?
-Oyuncu olmak, aşka bakışımı değiştirmedi. Aşka bakışım beni oyuncu yaptı, bence. Çünkü oynamanın kendi saf hâline de çok aşkla bağlıyım. Kendi kendime bile oynarım. İnsan zaten oyun oynar; primatın özelliği bu. Çocukluğumdaki gibi… Kendi kendime taklitler yaparım. Evvelsi gün Mersin’den geldim, yaklaşık 12 saatlik bir araba yolculuğu. Arabayı da ben kullanıyordum ve tek başımaydım. Gidişimde de, dönüşümde de kendi kendime taklitler yapıp eğlendim. Oynadım. Ben oynarken eğleniyorum. Oynadım derken birini oynamadım, ama kendi kendime… Gösterdiğim bir kısmı kafamda kaldı elbette, ama oynadım ve… Bu bir aşk hâli. Bu aşk hâli yüzünden de diğer aşk hâli var. Bence iki kişinin aşkında da çok oyun vardır. Bu oyunlardan kastım kaprisler değil, ya da karşılıklı strese sokan, zorlaştıran, iletişimi bozan oyunlar değil. Karşılıklı oyundan bahsediyorum; karşılıklı eğlence yaratan, hayal gücünü tetikleyen oyunlardan. İşte o zaman aşk, başka bir yere geliyor.
-Sanat ile aşk arasında sizin gözünüzde nasıl bir ilişki var?
-Sanatla aşk arasındaki ilişki… Sanatı aşk doğurur; bir aşktır sanatı doğuran. Yazmak, düşünsenize, niye yazıyorsunuz? Mesela bir gerekçe olabilir mi: “Herkes beni okusun, beğensin falan…” Şimdi, o kadar güçlü bir duygu. Evet, bunu yapabilirsiniz, ama yazdığınız şeyler kimsenin ilgisini çekmeyebilir. Ne diyeceksiniz? “Ben, ben, ben” mi diyeceksiniz? Kim okuyacak onu, niye okuyacağım? Birilerini anlamak zorundasınız, birilerine empati kurmak zorundasınız ve onu yazabilirsiniz. Aynı şekilde davranmanız gerekir ki sahnede oynayabilin. Aynı şekilde onu çizip, resmen, aynı şekilde onu notalayıp da müziğe dökebilirsiniz. Aynı şekilde onu figürlere dönüştürüp dansa dökersiniz. Yani aşkı deneyimlemiş olmanız gerekir; bir şeye âşık olmanız. İnsana olmak zorunda değil, bir şeye âşık olmanız yeterli. Bir sürü aşk şekli var zaten. Kendimizi iyi hissettiğimiz hâllerin çoğu, aşk tohumu barındırıyor. İyi hissettiren şeyler… Dolayısıyla buradan baktığımızda, sanatı doğuran şey aşk.
-Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
-Çocukluğumda bize çok söylenen bir şeydir. Böyle bir şey konuşulur, denir falan: “aşkla.” Oradaki aşk, muhabbet içerisinde insanların birbirini duyduğu aşktır. Sadece bir kadının veya bir erkeğin duyduğu aşk değil; insanların bir aradayken “biz” olabilmesine duyduğu aşktır. Aynı yerden “hak” diye de tanımlanır. Bizim memleketin kültüründe Tanrı, Allah, “hak” diye söylenir. Hak, tek gerçeklik demektir, ama aynı zamanda aşk demektir. Çünkü başka bir gerçek yoktur; gerçek, başka türlü yaşanamaz ve sevilemez. Onun için aşk olması gerekir. Son olarak söyleyeceğim şey: Kalbimiz çarpar ve gümbür gümbür atar. Aşkı deneyimlediğimizde gökyüzü gerçek rengini bulur. Sular, dalgalı ya da durgun fark etmez, inanılmaz güzeldir; gerçek rengini bulur. Dünya çok güzelleşir. Bunlar zaten aslında güzeldir. Ne demek bu? Bizim görebilmemiz için gözümüzün açılması gerekir. Ve o gereklilik, yani aşk… Gözümüzü açan şey aşktır. Gözümüzü açma gereksinmemiz aşktır. Açan şey de aşktır. Aşk için açarız, aşkla açarız. Dolayısıyla eğer güzel bir hayat istiyorsak, o aşk sayesinde olacak.
Aşk yalnızca bir duygu değil, yaşamı anlamlı kılan ve gözlerimizi açan bir güçtür. Sanat, yazı, müzik ve sahne aracılığıyla aşkın farklı hâllerini deneyimlemek ve görmek mümkün. Güzelliği, ilhamı ve hayatı aşkla yaşamak mümkün.

Yorumlar