BaŞKA YOL YOK
- Elif Rana Bektaş
- 4 Eki
- 3 dakikada okunur
Zavallılığı nispetinde büyüttüğü göz alıcılığı, aşkı methetmeyi kolay kılar elbet. Fakat aşkın kibrini, narsını, tavrını konuşmaya kim cesaret edebilir? Edenler olmuş, olmuş tabii olmaz olur mu… Fuzuli’nin gül uğruna kanıyla ak gülü al eden bülbülü, aşkın patolojik iştahına kurban giden figürlerden biri değil midir? Mecnunu abdal eden, Ferhat’ı öldüren, aşka erişeni ondan konuşmaya lal eden nedir? Esasında hepsi aynı tehdidin kurbanı. Aşığa “fedakarlık”, “yücelik” atfeden onca kıssa, aşkın kendi çıplak benliğine fazla yaklaşmaya cüret edenleri cezalandırmak için gözünü kör ediş şekli değildir de nedir?
Hiç sorduk mu aşka, kimsin necisin diye? İnsana ait ve insanda özelleşen, insanla kategorize bir duygu olduğunu varsaydık durduk hep. Duygu dedik ama? Üzüntü, hayal kırıklığı, sevinç, öfke gibi duygulardan onu ayıran nedir bizce? Söylenişiyle herkesi ortak bir mana havuzuna götürmekte midir? Bundan da gücenik belki: Ayrı ve özel kılınmayı her zerresinde hissettiremeyişimize, kim bilir?
Fakat asıl aşk, memnun mudur diye sorduk mu insan denen sonlunun bir parçası olarak kalıplaşmaktan? Misal bugünün insanının parmakları arasında geldiği halden şekvacı mıdır? Mazide kendisine biçilen değere hasret, şimdiyse hiçbir tanıma, methiyeye kanmayan ukala, ilgi arsızı bir ihtiyar olup küskünce köşesine çekilmiş yaşamakta mıdır? Ve asırlardır şahsına atfedilen kutsallığın kibrini mi taşımaktadır üzerinde? Bu ilgi arsızlığı ve kibri, ölümsüzlüğünün bir getirisi olsa gerek…
Aşkın ruhu ne vakitten beri bir amber içine hapsolup ölümsüzlüğünü nakşetti taşa? Ve kibri kapladı dünyamızı? Kimse bilmiyor. Sadece, kibrinin gölgesine iltica edildikçe büyüyen benliğiyle, belki her yıl, her asır kendisine atfedilen tanımlara, şiirlere, ilgiye ve ihtimama kanmayışını; mis kokuları cazibesine alet edişini biliyoruz. Her yeni ölümlü toplulukla yüzleştiğinde ve onu kelimelere sığdırmaya çalışan zavallı biz hayat bakireleriyle karşılaştığında, içinden bir gücün ona bu mekânda onlardan daha eski ve deneyimli olduğunu fısıldadığını biliyoruz:
“Sana kılıf uydurmaya çalışanlara kendi kılıflarını sorgulatacak kadar uzaklaştır kendinden! Tanımalarına fırsat verme.” Bu fısıltıların oksijene karışıp aşkı tatmadan dünyadan geçip giden şanslıları nadir sayacak kadar çok olduğunu da…
Aşk, çekildiği kuytu köşesinde uzaktan keyifle ve aldırış etmezcesine alaylı bir gülüşle seyrededursun ve sansın kimsenin onu çözemeyeceğini. Yaklaşmaya çalışanın kessin cezasını aklınca. Varsın her ona atılan adımın bedelini ödetecek kadar büyütmüş olsun öfkesini.
Bu yola revan olanların gözlerine ayırt edilemeyecek duygularla bezeli sisli perdeler çeksin. Aşk, maskelerini öyle usta manevralarla değiştirsin ki, nefretle tutkunun, zehirle balın aynı kadehe sığabildiğine inanalım her seferinde. Aşktan kör olalım, görmedikçe keskinleşen kulaklarımızı, alaylı kahkahasına kabartalım. Eziyetle değil, doğru yolda zannederek kendimizi; olanca gücüyle yakacağı uzuvlarımızı, hakikati göreceğiz umuduyla sıcaklığa alıştırmaya uğraşalım.
Bizi kör edenin kutsal olduğunu sandığımız bu kadim yanılgıyla, kül oldukça gül kokusu aramamız atalarımızdan miras bize. Varsın yaşatalım. Aşkın grandiyöz sanrılarına muhatap edelim kendimizi. Ve gün gelip hayatımızda belirdiği an, zaman geçtikçe ilgilerimizi de kıskanıp kendisinden başka hiçbir şeyle ilgilenmemize müsaade etmeyen varlığına kucak açalım.
O, ilmek ilmek ruhumuza nakşolurken, küstahlığını bize hoş gösterir, ukalalığını romantikleştirip sadakat kılıfıyla pazarlarken; bizler ise, maşuğa hiçbir zaman layık olmayacak aşığın hususiyetlerini benimseyelim: Eğri olalım, horlanalım, kambur, çirkin… Onun cazibesini parlatmak için küçülelim. Aşık olalım! Özdeğer mi? Varsın düşürelim.
Aşkı deneyimlediğimiz bir ayna olan maşuğu ise, yücelttikçe yüceltelim ki kavuşamamak vuku bulsun! Aşk neden “kavuşamamaktır” derler sahi. “Yakıtı hasrettir” derler, neden? Kavuşulan sevgili hayalden gerçeğe düşer de aşığın ilgisi maşuka kayar diye ödü kopar da aşkın, ondan!
Onun o loş, ihtişamlı köşesinde edalı hallerle oturuşunu daha iyi seyredebilmek adına yutmuş gibi yapalım yemini. Bir yandan herkesten ötede, öte yandan ‘herkesin gözü olsun benim üzerimde ’ gibi ihtiyar yaşına yakışmayan, çocukça isteklerini bir bir karşılayalım. Aramızdan birinin kalbinde var olmak için bir diğerimizin teninde gezinişini, sesini ödünç alışını, libas gibi bürünüşünü izleyelim. İzleyelim fakat çaktırmayalım izlediğimizi; onun kurduğu senaryoda rolümüzü bozan her hareketten imtina edelim
İyice izleyelim evet, fakat bu kez onun istediği biçimde değil! Bir bilinçle yapalım bunları. Kim bilir kaç asrın omzumuza yüklediği görev bilinciyle bakalım tüm bunlara ve kıralım bu döngüyü. Saklandığı köşesine bakarken tahtının kudretini değil, yalnızlığının acısında nasıl da bocaladığını görelim mesela.
Yüreklerde kendine yer edinirken yürek yiyip kendini gösteremeyişini, köşe bucak kaçışını görelim. Ve evet, izlerken tenimizi ödünç verelim; fakat biz olmadan sergilenecek sahnesi olmadığını da bilerek. Yoksa kim hatırlayacak, kim çekecek acısını, kim yazacak onu ve kim taşıyacak adını asırlardan asırlara? Kim yanacak da büyüyecek benliği? Ve evet, bize bağımlı olduğunu bilelim; fakat her defasında seve seve yine kanışımızı da ihmal etmeyerek. “Yine kandınız!” diyerek sırıtışını izleyelim. İzleyelim, fakat çaktırmadan…

Yorumlar