top of page

BİRİNİN EVİ

Uzun bir yol yürüdükten sonra karşısına yıkık dökük bir ev çıkmıştı Aliye’nin. O an “Burası galiba.” diye içinden geçirdi. Evin bahçesine bakan uzun camekânın önünden geçerken içeriye takıldı gözü, perdesi yoktu. Ellerini iki gözüne siper ederek başını yaklaştırdı. Ortada minderlerle çevrelenmiş, uzunlamasına yanları açıkta bırakan bir halı seriliydi. İçeride birileri olup olmadığına biraz daha baktıktan sonra ilerlemeye devam etti. Evin kapısının önüne gelince paslanmış kilide bir anahtar takılı olduğunu gördü. Kapının önünde renkleri özenle seçilmiş gibi bir sürü çiçek vardı. Parlak renkleri çok iyi bakılmış olduklarını hissettirdi Aliye’ye. Hâlbuki orada uzun zamandır kimse yaşamamıştı. Tekrar kilide döndü; evet, bir anahtar vardı. İçeride birilerinin olduğu anlamına mı gelirdi bu, yoksa unutulduğunun mu?

Kalabalık bir şehrin en soğuk tenhalarını arşınlamıştı Aliye. Girdiği her sokakta ruhunu ele geçiren yapılar ve hayran kaldığı yaşamlar vardı. Elbette bu zavallı ve metruk yerde de varoluşunu bu duvarlara dayatabilirdi. Önceki yaşayışında kiremit çatıların altındaki renkli binaların hadlerinden fazla güzel durduklarına soluklanıp şaşırmıştı. Oysa günün sonunda elden ayaktan düşen ruhların dönmek zorunda oldukları ruhsuz yapılardı bunlar, romantize edilecek bir yerleri mi vardı! Ama işte, ‘‘Yaşamlar ve yaşamalar nasıldır, bilemeyiz.’’ diye düşünürdü Aliye. O ‘ruhsuz’ binanın parkeleri çatırdayan bir odasında bir pencereden görülenler belki de yaşamın ta kendisidir; aynı şekilde Rus romanlarında ucuz bir pansiyonda kalan, belirsizlik ve buhran içindeki karakteri andıran o adamın günün yarım saatinde bile olsa yalnız kalmak için bütün aile fertlerinin uyumasını beklemesi de, vardığı istikametin de yaşamın ta kendisi olduğunu çok sonraları anlayacaktı Aliye.

​​

Ani bir dürtüyle kapıya yaklaştı ve anahtarı çevirip içeri adımını attı. Aliye adımını attığı anda tarumarlık mı, hikmetle bezenmiş bir ruh yücelmesi mi olduğunu anlayamadığı bir hisle çevrelendi. Bir yere ayak basmanın ve alışmanın hâletiruhiyesi bambaşkaydı. Ayak bastığın an beklediğin şey ve yaşadığın şey bambaşkaydı. Düşünülen şeyi o yere, o ana, o oluşa yedirmek hep zordu çünkü. Söz gelimi bir eve girdikten sonra yemek istediğin şeyler, okumak istediğin kitaplar, terliklerinin hangi çiftini nerede kullanacağın, yatağının yanındaki komodine ne koyacağın ve en önemlisi ne kadar var olacağın hep önceden hayal edilir, mizanda tartılır, bir güzel anlamlar yüklenir ve zihnin bir köşesinde saklanır. Fakat bunlar hep kılgı gerektiriyor, bu kılgı beklentiyi karşılamaz, bilakis pişmanlıklarla bezenir.Keşke dün mecal bulup o yemeği yapsaydım, dersin; bu yapay çiçek, o komodine yakışmadı, dersin; şu elli yıllık ahşap dolapta neyin hatırasını sakladım ki bu kadar, dersin; mutfak masamda ne kadar az kitap okudum, dersin. Dersin de dersin. Hayat çoğunlukla böyle bir yerdi işte. Ukde kalanları toplasan seve isteye yaşadığın güzel anlardan çok daha fazlaydı. Aliye o vakit bazı düşüncelerinden dolayı bir mahcupluk hissetti. Yaşamın onu sürüklediği bu yeri mutantan olduğunu sandığı bir başka yerden aşağı görmesi ona bir an için feraset ehli birinin idrakinden çok başka geldi. Bir yuva nasıl kılı kırk yararcasına ince ince işlenir, ev dediğimiz şey ise buna nasıl ‘ev sahipliği’ yapar bunu düşündü. Yuvayı yuva yapan önce ona karşı olan hislerimiz sonra da sahiplendiğimiz mesuliyet duygusu eşliğinde parmaklarımızla oraya verdiğimiz candı. Orası mukaddes bir mabetti, öyle olmalıydı. Güzelin her çeşidiyle donanmış bir ev de hemen hemen her badireden sağ kurtulurdu.

Buna inanmıştı.

Son Yazılar

Hepsini Gör

Yorumlar


bottom of page