
yaşamı tek başına göğüslemek
hanne güleç
Kendine tercihen yalnızlığı layık gören insanlar vardır. Bu onlara yaşamı tek başına göğüsleyebildikleri, yalnız da hayatı yaşayabilecek motivasyona sahip oldukları ve bir taraftan da bağımsızlıklarını ortaya koydukları için haklı bir tavırmış gibi gelebilir. Belki böyle bir tarafı da var; ancak bana öyle geliyor ki bu konuda kendilerine ve bir başkalarına sundukları argümanlarda fazla abartılmış bir görüntü var. Psikoloji de bir şeyin hiç olmamasıyla, çok olması aynı anlama gelir ve bu doğrultuda aynı patolojik duruma hizmet eder. Peki insan neden yalnızlığı tercih edip, kendi ayakları üzerinde durmak ve ihtiyaçlarını sadece kendisi karşılayacak şekilde hayatını dizayn etmek ister ve bu nasıl bir şeye hizmet ediyor olabilir?
Genelde ilişkilere baktığımızda insanların arasındaki sınırların iyi belirlenmediğini görürüz. İlişkiler kimilerine göre işgale, yutulmaya, çatışmaya, dair tehlikeli bir mayın tarlası gibidir. Bu yanıyla ilişki demek beraberinde risk olan şeylerdir. Eğer bir kimse ilişkideyse aşağılanabilir, terk edilebilir, suiistimal edilebilir ve bunların hepsi kendiliğine zarar veren şeylerdir. Böyle olunca ilişkilerden ümidi kesmek ve yola yalnız devam etmek hayat kurtarıcı sayılabilir. Çünkü ilişkilerin bu yüzünü tatmış olan kişilerin bir tür ruhsal yaralar aldığı söylenebilir. Yara aldıkları bir ilişkidense yalnızlığı tercih etmek en azından daha fazla zarar görmelerini önleyecektir. Bu kişinin, kendini korumak için geliştirdiği bir ruhsal korunma mekanizmasıdır. Kişiyi bu korunmaya iten temel durum da yaşadığı kırılganlıktır. Kırılganlık, kendi kişisel geçmişimizden gelen ve birtakım deneyimlerimizin sonucu bizde oluşan yaralardır. İnsan kırılganlık yaşadığı durumlara karşı hassasiyet geliştirir ve kendini bu durumlardan uzaklaşmaya dair tepkiler ortaya koyar. Yaşamı tek başına göğüslemek de böyle bir durumun sonucu olabilir.
Kırılganlığın, bizim ruhsallığımızın taşıyabileceği kadar kolay bir duygu olmadığını söylemeliyim. İnsan en temelde kırılgan bir varlıktır. Bu kırılganlık duygusunu ilişki kurduğu her şeyle yaşayabilir. Dünyala, insanlarla hatta neredeyse herşeyle ilişkisinde kırılgan yapısı ortaya çıkabilir. İlişkilerde ortaya çıkan bu duygu, kişiye tüm ilişkilerden vazgeçmesi gibi radikal bir karar aldırtabilir. Ancak bu insan doğasına ve ruhsallığına başka bir açıdan zarar verir. Çünkü insan aynı zamanda ilişkisel, sosyal bir varlıktır. Bu en temel ihtiyacıdır. Kırılganlığın çözümü sanıldığı gibi uzaklaşmakta bulunamaz. Çünkü bu duygu en çok da yaşandığı anlar da bir başkasına ihtiyaç duyar. Şefkatli bir bakış, yumuşak bir dokunuş bizi o
hissin ağırlığından kurtarır ve dayanışma içerisinde ruhsal bir kuvvet bulmamıza yardımcı olur. Biz bu sayede o ilişki içerisinde onarıcı bir deneyim yaşayarak o ilişkiden gelecek herhangi bir kırılma anına tahammül geliştiririz. Bu ilişkide öğrenilebilir ve kişiyi ruhsal anlamda daha dayanıklı kılar. Ancak refleks olarak bizi yalnızlığa götüren geri çekilme davranışına doğru çekilirsek bu içimizdeki kırılganlığın büyümesine ve içimizde kemikleşmesine neden olacaktır şüphesiz. O önemli anlarda karşılık bulacağımız birine yönelerek ya umuda giden bir yol izleyeceğiz ya da içimize kapanarak dünyaya küseceğiz.
Kırılganlık, eğer izin verebilirsek ilişkilerimizde incelikli bir anlayış geliştirme halimizi biçimlendirebilir. Bu haliyle kırılganlığın ilişkiye dahil edilebilmesi o ilişkide duyarlılık, nezaket, çekingenlik ve şefkati birlikte var eder. Kendimizi ve bir diğerini anlamak için nasıl hissettiğimizi ve nasıl hissettiğini, ne gibi umutları olduğunu ve ne gibi umutlarım olduğunu, kırılganlık yaşadığımız anlarda en saf haliyle keşfederiz. Bir ilişkiye derinlik katan şey birbirimizin kırılganlığını görebilmekten geçer. Ve tek başına bir hayatta maalesef bu ilişkisel derinlikten mahrum oluruz.