top of page

Unutulma: Abortus İnsİpİens

Elvan Çevİk

Durdum. Konuştuğumuz gibi saat tam yediydi. Küçük kilisenin hemen köşesinde buluşacaktık. Hızlıca yürüdüğüm için sıcaklamıştım. Üstümde bluzlar, kazaklar, hırkalar, montlar, atkılar… Ağırdım. Ama soğuk değildim mesela. Saçlarım ıslanmıştı. Oysa ki yağmur yağmıyordu. Vapurdan inince içimi tuhaf, çok tanıdık bir duygu kaplamıştı. Aradığım bir şeyi bulmak üzereymişim, tamlanmak ve doğruca yok olmak üzereymişim gibi bir his.

 

İşte şimdi dilim dirseğime değecek, sırtımdaki fermuarı tek başıma açabilirim, bir daha denesem? Şimdi doğru tondayım evet, olacak, tekrar deneyebilir miyim? Olacak, şimdi, bir daha…

 

Israr vardı, evet. Ona yürümekte, onu aramakta, onu beklemekte insanı ziyana uğratacak bir ısrar vardı. Bununla bir meselem yok gibiydi. Ellerim soğuktan üşüdüğünde onları yalandan ceplerime koyuyordum. Hayatımda hiç ısıtan bir cebe rastlamadım galiba.

 

Yarım saat geçti.

 

Beklerken üşümek dışında şeyler de yapıyordum. Paçalarıma sırnaşan kedileri iteliyor, kilise avlusunun duvarlarına yaslanıyor, duvarlar üzerime düşer mi diye düşlüyor, üzerime duvardan bulaşan tozları silkeliyor, karşı kaldırımdaki kafeleri, evleri, az ötedeki sahafın dükkanı sakince toplayışını izliyordum. Onu beklemek bitmesin diye çok uzun vakitler bir şeyleri izleyebilirdim. İzlenecek her şey biterse uydurabilirdim hatta. Nerede kalmıştı?

 

İlkin yanlış yerde yanlış saatte bekliyor olma ihtimalimi sorguladım. Bir saatin ardından beni unutmuş olabileceğini düşünmeye başladım. Bu düşünceyi kabul etmek iki saat kırk üç dakikamı aldı. Yok yok beni unutmamıştır, neden unutsun.

 

Zihnimde ona envai çeşit sahneler sunuyordum. Uyuyordu, vapuru kaçırıyordu, hastalanıyor, ev arkadaşı trafik kazası geçiriyor, piyangoyu tutturuyordu, evlatlık olduğunu öğreniyor, kalp krizi geçiriyordu. Kurduğum bu sahnelerin içinde muhakkak kendime bir rol biçip yine onun yaşamına dahil oluyordum.

 

Beni unuttuğunu inkar edebilmek için zihnimde onun ölümünü bile düşledim. Evet, ölmüş olmalıydı. Onun zihninden düşüp parçalanmaktansa onun zihnini parçalamak bana çok daha hafif geliyordu belli ki. Cenazesinde nasıl da sessizce ağlıyordum öyle, üstümdeki ceket ne de güzeldi.

 

Beni unutmamıştı. Yalnızca ölmüştü. Bunun için ona kızamazdım ya. Onu öldürdüğümde, onunla birlikte kendimi de gömme imkanım saklıydı hala mesela.

 

Ya ölmediyse diye korktum bir an. Ya gerçekten ölü olan bensem. Daha doğrusu ya o gerçekten vardıysa ve öldüyse ama ben zaten hiç yoktuysam. Cümleyi zihnimde kurmaya çalıştıkça daha da karıştı. Kaygıdan midem bulanmaya başladı, ellerim daha da soğudu. Zihnimden abuk sabuk düşünceler geçiyor diye düşünüp kendime mesafelenmeye çalıştım. Zihnim ne zaman doğru yerlere parmak bassa onunla göz kontağını derhal keserim. “Deli bu ayol” derim içimden.

Saat ona on kala ölmediğini anladım. Nasıl anladım bilmiyorum. “Ölmediği bana bildirildi” diyesim geliyor. Saat ona sekiz kala bu bilgiyle napacağımı düşünmeye başladım. Onun zihninden tamamıyla silinebilmiş olmanın ne demek olduğunu anlamayı denedim. “Unutmamıştır, yalnızca gelmek istemedi” gibi bahaneler bulur gibi oldum. Diri tutamadım ama bu yatıştırıcı bahaneleri. Yere çömeldim, duvara sırtımı dayayıp oturdum. Sahaf ışıklarını kapatıp çoktan gitmişti o sırada.

 

Beni unutmuştu işte, bu belli.

 

Bu cümle üzerine saatlerce düşündüm. Konumsal bir cümle mi diye düşündüm. Beni unutmadığında olan şey neydi diye düşündüm. Beni nerede saklıyordu? Ben o sakladığı yerde neydim, nelerle meşguldüm, nasıl biriydim? Zamansal bir cümle mi diye düşündüm. Geride bırakmak, arkada bırakmak gibi şeylerin olduğu bir düzleme mi aitti? Unutulunca bana tam olarak ne oluyordu? O sırada karşı kafeden limonlu vanilyalı kek kokusu geliyordu. Buraya çakılıp kalmıştım.

 

Adsız kalmak gibi geldi bir an. Basbaya. Adsız kalmak. Tanımsız kalmak. “Unutulmanın güzel bir yanını buldum işte” diye heyecanlandım. Kedi kucağıma atladı, göğsümde kendine bir yer buldu, heyecandan onu bile fark etmedim. Unutulduğumda özgürleşebileceğimi düşledim. Zaten buraya gelirken aradığım duygu bu değil miydi diye geçirdim içimden. Tümlenip yok olmakla silinmek arasında bir benzerlik sezer gibi oldum. Yine de bir şeyler içime sinmedi. Keşke edilgen bir fiil olmasaydı bu “unutulmak” diye düşündüm. Birinin bize yaptığı bir şey gibi değil de bizim ona yaptığımız bir şey gibi olsaydı. Başımıza gelen bir şey olmasaydı yani. Ötekinin zihninden öylece silinip gidişimizde bir irademiz olsaydı istedim. Unutturmak gibi değil ama nasıl anlatsam, “gitmek” fiili gibi olsaydı mesela. Şuursuz bir tümgüçlülük mü arzuladım yine, bilmiyorum.

 

On ikiye doğru ayağa kalktım. Betona oturmak beni üşütmüştü. Ağırdım ve soğuktum aynı zamanda. Kafe kapanmıştı. Son vapuru kaçırmış olabilirdim. Unutulmuş olmak beni öldürmemişti, ilginç. Buradaydım. Ellerim yine benim ellerimdi. Kendimi kendi zihnimde tutmak pekala kolay da bir şeydi. “Kendimi unutmasam iyi olacak” diye düşünmeye başlar gibi oldum; göz kontağımı derhal kestim yine kendimle. Kestane aldım vapurda yemek için. Akbilime para yükledim. Somut bir kayıp aradım benliğimde. Şöyle gözle fark edilebilecek oturaklı bir eksiklik. Bulamadım. Vapura binerken insanlarla göz göze geldim. Onlara şüpheyle bakarak kestane uzattım. Köşede bir yere geçip kendimi izleyerek gittim tüm yolu. Yansımama baktım sonra, yorulmuşum.

 

Hevesle tekrar konuşmaya yeltendim: “Bir şey diyecektim sanki ama neydi? Sen hatırlıyor musun?” diye sordum. “Hatırlarsam söyleyeyim.” dedim. “Anlaştık” diye cevapladım.

bottom of page