
Unutma sınırı
AYŞENUR KARDEŞ
Kırık dökük bir gerçeğe uyandım. Ağzım kurumuş, başım zonkluyordu. Gözlerimi açınca odadaki dağınıklıktan rahatsız oldum. Komodinin üzerinde kullanılmış peçeteler, ateş ölçer, yarım bardak su, ilaç tabletleri, yarısı okunmuş bir kitap duruyordu. Ne kadar uyuduğumun farkında değildim. Vücudumu saran ağrı nedeniyle yorgun hissediyordum. Saate baktım, on yedi otuz. Evi dinledim, yaşam belirtisi yok. Yumuşatıcı kokan çiçekli nevresimimi omzuma doğru iyice çekip yatağımın içinde kıvrıldım. Böylece burada ne kadar kalabilirsem o kadar daha... Güneş ışıklarını çekip odayı terk edene kadar perdenin desenlerine baktım. Simetrik, dairesel, birbiri içine geçmiş desenlere bakarken içimde gezinen tuhaf duyguyu isimlendirmeye çalıştım. Epey zamandır her gün, her uyandığımda benimle.
Apartmandaki hareketlilik, adımların daire kapısının önüne kadar gelmesi, anahtarın kilidi açması, poşetlerin yere bırakılması... Süreyya marketten gelmiş olmalıydı. Sessiz adımlarla odama geldi. “Uyandım, gelsene.” diye seslendim. “Nasıl oldun, ne zaman uyandın, dinlenebildin mi, bakayım ateşin var mı?” diye soru yağmuruna tutunca gelsene dediğime pişman oldum. Ben cevap vermeye fırsat bulamadan Süreyya ateşimi ölçüp düşünceli bir sesle, “Yine otuz dokuz. Bir ateş düşürücü getireyim en iyisi.” dedi ve terliklerini ayağına takıp sürüyerek mutfağa doğru gitti. Otuz dokuz nokta yedi, otuz dokuz nokta dokuz, otuz dokuz nokta acı, otuz dokuz nokta hüzün, ılık duş, ilaçlar, sarımsaklı tarhana çorbası, mutfaktan gelen radyo sesi.
Süreyya evimi havalandırdı, derleyip toparladı. Beni de derle topla Süreyya, beni de havalandır. “Nerede üşüttün sen bu kadar?” Yas Queen yazan bardağımla ballı ıhlamur içerken, “Üşüttüm işte bilmiyorum.” dedim. Bana soru sorma Süreyya, beni oku. Ben anlatmayayım ama sen anla beni. Bak bu film güzel hadi sen burada uzan da birlikte izleyelim, dedi. Teklifine itiraz edemeyecek kadar yorgundum.
Bir komedi filmi en son ihtiyacım olan şeydi ama izlemeye koyuldum. Bir ara Süreyya’ya gözüm kaydı. Pırıldayan gözleri, bakımlı cildi, uzun yüzü, benim aksime dümdüz olan saçları ve hep dik duran mizacıyla ne kadar da farklıydık. Farklılığımız dışarıdan da belli oluyordu ki ikizim olduğunu söylediğimiz herkes büyük şaşkınlık duyuyordu. Yalnızca dış görünüşümüz değil, kişiliğimiz de farklıydı. Süreyya nesnelere anlam yüklemez, hatırası var diye sakladığım her şeyi gereksiz görürdü. Benim için hafıza bir sandıktı; içi anılarla, kokularla, seslerle doluydu, onun içinse gerekli bilgilerini sakladığı bir çekmece. Geçmişi öylece sıyırıp atabilmesi beni her zaman şaşırtırdı. Sanki yaşadıklarımızı hafızama boşaltıp kendine el emeği göz nuru bir zihin yapmıştı. Dişiyle tırnağıyla büyütmüştü kendini. Bense geriye bakmaktan yolumu bulup yürüyemiyor, geçmiş günlerimizde kendimi yapayalnız hissediyordum. Yaşananlarla arasına kalın bir perde çekmiş, çocukluğumuzla ilgili hiçbir şey konuşmuyor, o günlere merak duymuyordu. Sahi, duymuyor muydu? Ben hafızamdaki sayılı anılarımı zorlayıp çıkarıyor, onları pamuklara sarıyordum. Gerçekten bunların hepsi yaşandı mı yoksa ben mi uyduruyordum? Üzüldüğüm zamanları hatırlamakta eskiden beri güçlük çekerdim. Peki, ya çok sevdiğim anılarımı; babamın bahçede beni salladığını, gülmekten yanaklarımın acıdığını, yemek masasındaki eğlenceli sohbetlerimizi, annemle oynadığımız oyunları... Bunları da ben mi uyduruyordum?
Ara ara gördüğüm bir rüya vardı. Karanlık ağır bir battaniye gibi üzerime çökmüş, göz gözü görmüyor. El yordamıyla koridorda ilerliyorum, çıplak ayaklarımla zeminin soğukluğunu hissediyorum. Annemle babamın odasının önüne geldiğimde onların üzerinde bir ışık hüzmesi görüyorum. Uyuyorlar. İçimi kaplayan huzursuzluğu bastırmaya çalışarak “Anne!” diyorum, sonra biraz daha yüksek sesle “Baba?”. Cevap yok. Sesim odanın içinde yankılanıyor. Yanlarına gidip annemin koluna dokunuyorum, sallıyorum. Uyanmıyor. İçimde büyüyen korku, midemi sıkıştırıyor. Bu rüyamın sonu zaman geçtikçe değişmeye başladı. Ben annemle babamı uyandırmak için çabalarken orada Süreyya da oluyor, aralarında yatıyor. Benim sesimle uyanıyor, doğrulup yataktan kalkıyor. Bana bakıyor, gözlerimin içine, hüzünle. Uyanıyorum. Rüyayı birkaç kez Süreyya’yla paylaştım. Rüya işte, hayrolsun, dedi. Ateşler içinde geçen son iki günümde de hep aynı rüyayı gördüm. Sesleniyorum, annemle babam uyanmıyorlar, Süreyya doğrulup kalkıyor ve ben uyanıyorum.
Süreyya filme kendini kaptırmış, gülüyordu. “Anneanneme gittiğim gün tavan arasından metal bir kutu buldum.” dedim. Bir an şaşkınlığını yüzünde gördüm sandım. Sonra sustum, bekledim sorar mı diye, sormadı. Filmi izlemeye devam etti. Ben başladım usulca anlatmaya. “Annemin tarif defteri, babamın ona yazdığı mektuplar, birlikte çektirdiğimiz fotoğraflar... Gülüşümüz o kadar içten ki fotoğraflara bakınca onların sesini duyar gibi içim sıcacık oldu. Kutunun içinde senin de günlüğün var Süreyya.” dedim. Benzi soldu, titreyen elleriyle kumandayı aldı, televizyonu kapatırken bana baktı. İçinde bir şey koptuğunu hissettim. “Ne günlüğü? Nerede o?” diye sordu. Annem ve babamdan kalan hatıralara oralı olmazken söz konusu günlüğü olunca abartılı tepki vermesi yıllardır içimde çöreklenen şüpheyi artırdı. Annem ve babamla ilgili onun bilip benim bilmediğim bir şeyler olduğunu hep hissediyor ama ne olduğunu bir türlü öğrenemiyordum. Yine o yaraya dokunan bir şeyler oluyor gibiydi. “Şu çekmecenin içinde.” diye gösterdim yerini. Koltuktan kalkıp aceleyle önce çekmeceyi sonra da kutuyu açtı. Fotoğrafları, sayfaları hızla karıştırıp günlüğünü buldu. Günlüğünün arasında bir şey arar gibi gezdirdi gözlerini. “Okudun mu?” diye sordu korkuyla. “Okumadım, beraber bakarız diye…” dememe kalmadan günlüğünü çantasına attı.
“Anneannem nasıl, iyi mi?” diyerek konuyu değiştirmeye çalıştı. “İyi.” dedim.
Annemle babam öldüğünde birdenbire yaşlanmanın ne demek olduğunu anneannemde görmüştüm. Çok zorlansa da kendini toparlayıp annemle babamın yokluğunu hissettirmemek için elinden geleni yapmış, bizi o büyütmüştü. Bazen Süreyya’yla bazen yalnız, hiç ihmal etmez, kısa aralıklarla ziyaret ederdik anneannemi. Hala küçük kızlarıymışız gibi nefis yemekleriyle karnımızı doyurur, başımızı dizine yatırırdı. Bir yandan saçlarımızı okşar, bir yandan Elemtera’dan aşağı bildiği sureleri okur, üflerdi. Yüzüme her üflediğinde içimin yangınına su serperdi sanki. Bir yandan esner bir yandan üzerimizdeki nazarları ima ederek başını sallardı, ben gülerdim.
“Sana bir çay koyayım.” dedi. Sesi gereğinden fazla sakindi. “Süreyya ne var günlükte?” diye sordum bir cesaretle. “Benden daha ne kadar saklayacaksın? Kesik kesik anılar, hatırlayamıyorum. Ne oldu o gece, anlat bana.” dedim. Beklemediği bu soru yüzünü allak bullak etti. Sorumu cevaplamadan ayağa kalktı, gitmek için çantasını eline alınca yalvarmaya başladım. “İçimde kocaman bir boşluk, yakamı bir türlü bırakmayan baş ağrılarım var. Yolumu bulup gidemiyorum Süreyya. Hafızamda bir odanın kapısı kilitli de kilidi sendeymiş gibi, anlıyor musun? Yüzleş dedi terapistim, o bana bu cesareti vermese yine soramazdım. Kimimizin cezası hatırlamak, kimimizinki unutmak dedi. Öyle mi Süreyya? Benim cezam belli, peki senin cezan hangisi?” Gözlerini kocaman açmış, cesaretime şaşırmış halde beni seyrediyordu. Eskiden beri otoban bildiğim yolları bırakmış, patikada kendime bir yol arıyordum, bir çıkış yolu. Derin bir nefes alıp yüzüme baktı. “Hatırlamak mı? Ben hiç unutmadım ki...” sesi bir fısıltı gibi çıktı. Sonra derin bir nefes aldı. “Bir sen terapist terapist geziyor sanıyorsun değil mi, bir sen yetim kaldın! Bunca yıl sırtımda taşıdığım yüklerin altında nasıl eziliyorum gördün mü hiç?”
“Gördüm, görmem mi? Sordum sana kaç kere ama anlatmadın Süreyya, ben çocukluğumuz hakkında ufacık bir şey paylaşsam sanki kelimelerim yangına sebep olacakmış gibi üstünü kapadın.”
“Benim içimdeydi o yangın.” dedi. Derin bir nefes aldı.
O gece babam sobaları yaktı, yataklarımızı serdi. Annem beslenmelerimize peynirli börek yapmıştı. Mandalina kabuklarını sobanın üstüne koyduk, mis gibi koktu ev. Çantalarımızı hazırlayıp yattık. Sen hemen uykuya daldın. Ben bir türlü uyuyamadım. Yoldan geçen arabaların ışıklarıyla evin içindeki gölgeleri anlamlandırmaya ve korkmaya başladım. Usulca annemin yanına gittim. Beni aralarına aldı, bir elimle annemin bir elimle babamın ellerini tuttum. Son defaymış, huzurla uykuya daldım. Sabaha karşı ayak sesinle uyandım. Beni yatağımda göremeyince korkup yanımıza gelmişsin. O an içimde büyük bir kıskançlık hissettim. Annemle babamı seninle paylaşmak istemediğim için onların uyanmasına fırsat vermeden aralarından kalktım. Huzurla uyuduğum bu anı mahvettiğin için sana kızgındım. Elini hırsla tuttum, odamıza döndük. Sabah güneş doğdu ama annem ve babam uyanmadı. Sonrasını biliyorsun işte. Soba zehirlenmesi, dediler. Annemle babamı uyandırmana fırsat verseydim belki de şimdi yaşıyor olacaklardı.” dedi. Artık göz yaşlarını tutamıyordu. Yerimden kalkıp Süreyya’ya sarıldım. Yıllardır içinde sakladığı çocuksu suçluluk duygusu onu duygularından tamamen uzağa fırlatmışken hatırlamak beni derin bir kuyuya sürüklemişti. Yıllardır gördüğüm rüyanın artık bir anlamı vardı. Bunca zaman hatırlayamıyorum diye hayıflandığım o gecenin tüm ayrıntılarını neredeyse her gece görüyordum. Süreyya’nın o geceyle ilgili hatırlayamadığıysa beraberce annem ve babamı uyandırmaya çalışsak bile onların uyanmadıklarıydı.