top of page

"erkekler İÇİN" ÇİKOLATANIN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Yaşar Kubilay Taner

Lise yıllarında “fragile masculinity” (kırılgan erkeklik) ifadesini ilk duyduğumda bir hayli şaşırmıştım. Twitter’da başlayan bir akımda, erkekliğin kırılganlığını tiye alan paylaşımlar dolaşıyordu. Erkekler için özel üretilmiş Nestlé çikolatalar, Colgate diş macunları, duş jelleri... Görünüşte komik ama alt metni düşündürücüydü. Sanki bir ürünü erkekler de rahatça kullanabilsin diye, üzerine “erkekler için” etiketi yapıştırmak gerekiyordu. Bu, yalnızca bir pazarlama stratejisi değildi; aynı zamanda, toplumun erkeklik anlayışının ne kadar hassas bir dengede durduğuna da işaret ediyordu.

İlk anda “kırılgan” ve “erkeklik” kelimelerini yan yana görmek yadırgatıcı gelmişti. Ama biraz düşününce, erkekliğe dair sert, sağlam, yenilmez olma beklentilerinin aslında özünde ne kadar kırılgan bir yapıyı sakladığını fark etmeye başladım. Ve bu mesele yalnızca erkeklikle ilgili değildi; genel olarak insana dair bir şey söylüyordu: Ne kadar sert görünmeye çalışırsak, içimizdeki kırılganlıkla o kadar baş başa kalıyoruz. Belki de ilk kez o zaman, tepkilerimizin ardında yatan savunma mekanizmalarını –özellikle de reaksiyon formasyonunu– sezgisel olarak fark etmiştim. Kimi zaman en sert görünen insanların, en ince yerlerden çatladığını görmek tesadüf değil.

İngilizcede kırılganlık için kullanılan “fragile” ve “vulnerable” kelimeleri ile “break” yani kırılmak fiili, birbirini tamamlayan anlamlar taşır. Türkçede bu kelimelere karşılık ararken, ChatGPT’ye sorduğumda bana “cam gibi olmak” ifadesini sundu. Gerçekten de cam, hem sertliği hem de kırılabilirliğiyle, insani kırılganlığı çok iyi anlatan bir madde. Belki de doğanın temel yasalarından biri bu: Bir şey ne kadar sertse, o kadar kolay kırılır. Bu nedenle terapilerde bu dengeyi başka bir kavramla açıklamayı severiz: esneklik. Esnekliğin arttığı yerde kırılganlık azalır. Ama şu soruyu da sormadan geçemeyiz: Kırılmak gerçekten bu kadar kötü mü?

 

Kimi zaman bir durum bizi kırar: beklenmedik bir ihanet, bir dostun uzaklaşması, inciten bir söz. Bu tür durumlara karşı kırılmak, insan olmanın doğal bir parçasıdır. Ama bazen mesele yalnızca durum değildir; yapımız da kırılgandır. O zaman ayırt etmemiz gereken şey şu olur: Yapı mı kırılgan, durum mu kırıcı?

 

Kırılgan bir yapı, çoğu zaman da dışarıdan aşırı bir nezaketle, yumuşaklıkla kendini gösterir. İçinde özel ve biricik olduğuna dair derin bir inanç taşıyan bir insan, hayatın sıradanlığı ve kabalığı karşısında bu idealini korumak için savunma geliştirir. Naziktir, aşırı anlayışlıdır, hep iyi niyetlidir. Ama bu tavrın altında çoğu zaman şu örtük mesaj yatar: “Sana çok nazik  davranıyorum, lütfen sen de bana zarar verme.” Bazı durumlarda ise bu nezaket, pasif bir üstünlük ifadesine dönüşür: “Sana nazik davranacak kadar alçak gönüllüyüm; demek ki senden üstünüm.”

Tam da bu noktada halkın bilgelik taşıyan sözlerinden biri kulağıma çalınıyor: “Fazla tevazu kibirdendir.” Bu söz, sıradan bir öğüt değil, insan doğasının çelişkilerini sezgisel olarak kavramış kadim bir içgörüyü barındırıyor. İçerideki kırılganlığı gizlemek için geliştirilen bu tür “fazla tevazular”, çoğu zaman incelikli bir kibir halini alabiliyor.

Cam gibi olmak belki de sadece zayıflık değil, şeffaflığın da işareti. Kırılganlığımızla yüzleşebildiğimiz ölçüde, esneklik geliştirebiliriz. Ve belki de en nihayetinde mesele şu: Kendimizi kırılmaktan korumaya çalışırken, aslında en çok içimizdeki kırıkları büyütüyoruz.

bottom of page