
Meryem'İN FIRINI
YASEMİN ÜNAL
Bundan yirmi yıl önce bizimle birlikte birçok kişinin hayatını değiştiren o geceyi, sabahında ise yeni bir sarsıntıyla kararan hayatların hikâyesini defalarca dinledim; annemden, ağabeylerimden ve o günü yaşayan herkesten. Çocukken anlatılanları hayal ederdim, sanki yerin derinliklerinde bekleyen mavi gözlü bir canavar vardı, yaşadığı yalnızlığa son vermek istedi ve bütün şehri yanına aldı. Herkesin aklında canavarın büyüklüğü ve geceyi aydınlatan mavi gözleri kaldı.
O güne tanıklık edenler, verdikleri yaşam mücadelesini anlattıklarında gözleri tek bir noktaya kitlenir, hüzün kovan kuşları gelsin isterim o an. Gelsin ki umutlarını hiç kaybetmesinler. Çünkü yok olan bir şehrin yeniden kurulması kolay olmadı. Yıllar geçse de tutmaya çalıştıkları her elin mucizesini ve geride bıraktıkları tüm hayal kırıklıklarını yeniden anlatmaktan vazgeçmezler, ben de dinlerim.
Anneme babamı sorduğumda gözlerinde hep bir özlem görürüm. Evlendiklerinden beri babam hep kızım olsun, hiç görmediğim anneciğimin adıyla sesleneyim dermiş. Üç çocukları olmuş, üçü de erkek. Babamın ısrarını kıramayan annem, bir kez daha hamile kalmış. Ama babama kız evlat sevincini görmek nasip olmamış.
Annem, o kadar güzel anlatır ki babamla olan son anlarını. Anlattıkça unutmayacağını düşünür belki de ve her defasında aynı yerden başlar anlatmaya.
“Şimdi sana hatırlar mısın diyeceğim ama nerden hatırlayacaksın canım, daha daldaki incir kadardın.” der, güler, gözlerinden yaş gelinceye kadar. Depremden iki gün önce babamla hastaneye gitmişler. Babam heyecanla doktorun dediklerini dinlemiş. Doktor bakmış, ölçümler yapmış, gelişimimin iyi olduğunu söylemiş, sonunda da yaklaşık incir büyüklüğünde diye eklemiş. Babam sabırsızca sormuş: “Peki cinsiyeti?” Israrlar üzerine tekrar bakmış doktor ama öğrenememişler, bir sonraki ay bakarız deyip göndermiş bizimkileri.
Babam o günden sonra “Bu sefer Meryemimiz gelecek” demiş anneme. “Dükkânı biraz daha büyütürüz, elinin lezzeti kızımıza da geçer elbet, biberli ekmeklerinizi yemeye gelenler doyamaz, tekrar tekrar gelirler. Düşünsene, kuyruk var kapımızda, kim bilir nerelerden gelmişler sizin adınızı duymuşlar. Geçen hafta gelen bir kızcağız vardı ya, hani seninle fotoğraf çekti. ‘Ben bunları internette paylaşacağım, sizi herkese tavsiye edeceğim.’ dedi. Belki onun arkadaşları duyar, gelir, olmaz mı? Maşallah ne kadar kalabalık bak yetişemiyoruz. Kızımız bereketiyle gelecek.”
Annemle babam yine böyle bir hayalle uykuya daldıklarında büyük bir sarsıntıyla uyanmışlar. Diğer odada ağabeylerim korkudan ağlıyormuş. Babamla hemen onların yanına koşmuşlar. Babam güçlü kollarının arasına almış hepsini, sarsıntının geçmesini beklemişler. Annem “Sanki o an hiç geçmeyecek sandım” der. Bir ara cama takılmış gözleri masmavi bir ışığın çıktığını görmüş. Evler tıpkı bir ağacın dallarının rüzgârda sallandığı gibi sallanıyormuş. O an yıllar önce büyükannesinin çocukken söyledikleri gelmiş aklına. “Kıyamet işte tam da buradan kopacak. Bütün dinlerden insanlar burada yaşadı. Şimdi de biz yaşıyoruz. O gün geldiğinde Allah’a sığının.” Annem gözlerini kapatıp tekbir getirmeye başlamış, ardından hepsi ona katılmışlar. Annem: “Sanki bir ömür geçirdik. O kadar uzundu ki baban oğlanları ne zaman dışarı çıkardı, ben ne zaman düşerek kalçamı kırdım, hiç hatırlamıyorum. Tek hatırladığım, babanın Ayşe diye bağırması ve ağabeyin Ahmet’i bana uzatması. Sonra babanı toz bulutları ve beton yığınları arasında kaybettim.” diye anlatır. Evimizin enkazının başında çok beklemiş babamı, sesini duymuş, bir süre sohbet etmişler. Sonra sesi gelmemeye başlamış, annemin gözünden yaşlar da o zaman akmış. Belki uyumuştur, yorulmuştur demiş ama içi yangın yerine dönünce bilmiş gittiğini. İkinci deprem olduğunda annemlerin yanında teyzem ve anneannem varmış. Üzerlerine yıkılacak bina kalmadığı için sadece sarsıntının geçmesini beklemişler.
Annemi hastaneye götürmek için ikna etmeye çalışmışlar. Annem, babamı çıkarmadan enkazın başından ayrılmamış. Ne kalçasındaki kırığın farkındaymış ne de vücudundaki eziklerin. “Nasıl anlamadın hiçbir yerin ağrımadı mı?” diye sorduğumda der ki: “Kalbim o kadar çok ağrıyordu ki başkasını duymadım.”
Babamın cansız bedenine depremden kırk beş saat sonra ulaşmışlar. Annem babama son bir defa sarılmış ve “Kızını görmeden nerelere gittin?” demeyi de ihmal etmemiş. Ardından annemi hastaneye kaldırmışlar. Kalçasındaki kırık, hamile olması ve hastanede yeterli imkân bulunmamasından dolayı annemi teyzemin refakatinde Ankara’ya göndermişler. Kocasını toprağa, oğullarını annesine verip bilmedikleri bir şehre doğru yola koyulmuşlar. Ankara’ya geldiklerinde benim cinsiyetimi öğrenmesiyle az da olsa mutlu olmuş. “Baban seni hiç göremedi ama geleceğini hep bildi.” der. Annem ve teyzem Ankara’da yaklaşık yedi ay kalmışlar. Ben Ankara’da doğmuşum. Doğumumla birlikte annemi de kalçasındaki kırıktan dolayı ameliyata almışlar. Annem, yedi ay boyunca yattığı yatakta hiç boş durmamış. Hatay’a döndüğümüzde ekmek fırınımızın açık olabilmesi için kollarını sıvamış. Bakması gereken dört evladı ve kurması gereken bir düzen varmış.
Bu süreçte annemin en büyük destekçisi teyzem olmuş. Defalarca Ankara – Hatay arasında yolculuk yapmış. Öncelikle bir dükkân bulmuşlar. Biraz tadilatı varmış ama ailenin kalan diğer üyeleri ile eksikleri tamamlamışlar. Ben doğmadan fırınım doğmuş. Pamuk ninemin yaptığı ilk ekmekler benden önce bölgedeki çocukları doyurmuş. Dükkânın girişindeki tabelada “Meryem’in Fırını” yazıyormuş. Tabela dediğime bakmayın, büyükçe bir kartona boyayla yazılmış bir yazı. İlk selde karton eriyip gitse de adı herkesin aklına kazınmış.
Pamuk ninem, yıllar önce anneme öğrettiği gibi, yıllar sonra iki kadına daha ekmek yapmayı öğretmiş. “Hiçbir şeyimiz kalmadı demeyin. Evlatlarınız var, onlar için çalışmak zorundasınız.” demiş. İlk zamanlar fırın sadece kendini ihtiyaçlarını karşılayabilmiş. Annem umudunu hiç yitirmemiş. Özellikle bölgedeki kadın girişimcilerle irtibat kurmuş. Durumunu, yapmak istediklerini anlatmış. Bizim halimizden ancak biz anlarız diyerek el ele vermişler. Fırına malzemeler gittikçe çeşitler çoğalmış, kazanç artmaya başlamış. Satışlar oldukça malzemelerin parası ödenmiş. Annem doğumumdan önce teyzemi bir kez daha Hatay’a göndermiş. Getirebildiği kadar her biri ayrı poşette biberli ekmek getirmesini istemiş. Poşetlerin üzerine “Kendi acı, yemesi pek tatlı” yazısı, altında annemin numarası yazan etiketler yaptırmış. Kalçası kırık, karnı burnunda olsa da doğuma girene kadar elinden telefonu düşürmemiş. Hatay’dan gelen ekmekler Ankara’da hastanedeki personele, diğer hastalara dağıtılmış. Elbet bunlardan geri dönüş olacaktır diye düşünmüş annem ve dediği gibi de olmuş.
izim ekmekler elden ele Ankara’da bir işletme sahibine kadar ulaşmış. Doğduğum gün anneme yeni bir iş teklifi ile gelmişler. İşletme sahibi restoranı için bizim fırından düzenli olarak ekmek alacağını söylemiş. Böylelikle fırınımız Ankara’ya kadar gelmiş.
Annemin tedavisi biter bitmez Hatay’a dönmüşüz. Ben ilk adımlarımı fırında attım, orası benim için ekmek kapımızdan çok evimizdi. Annemin bitmek bilmez enerjisi sayesinde işlerimiz büyüdü. Kadın kadının yurdudur diyerek öncelik olarak kadınlara iş kapısı olmaya çalıştı. Bizim fırın, ağabeylerim ve benimle birlikte kaç çocuğu okuttu, kaç kişiye umut oldu bilmiyorum. Tek bildiğim, annem babamla kurdukları hayali gerçekleştirmişti. Babama olan özlemi gölgelese de, mutluluğunu her zaman gözlerinde görebiliyorduk.