Karşıdakİ EV
YasemİN ÜNAL
Ankara’ya bir yıl önce taşındım. Taşradan geldiğimden midir bilmem birbiri üzerinde gözü olan evlere bir türlü alışamadım. Biri beni izliyor ya da ben birinin evini izliyormuşum hissini üzerimden atamadım. Aslında izliyordum da. Karşıdaki evin sıcaklığını. Ne zaman komşu evin camına baksam ince tülün ardında iki siluet görürdüm. Her akşam sokak lambalarının yanmasıyla kapanan kalın perdeler, iki haftadır yerli yerinde duruyor. Camda ince bir tül, ardında bir kadın öylece bekliyor. Arkasında kalabalık sofralar kuruluyor, sürekli bir gelen giden var. Ama o kadın yerinden hiç kalkmıyor. Hayat o evde onun dışında akıyor. Hâlbuki iki hafta önce böyle miydi? Akşam, mahallenin ışıkları bir bir yanınca beyaz üzerine kır çiçeği desenli perdeler örterdi camı. Belki onlar da benim gibi perdenin kem gözlerle birlikte tüm kötülükleri kapı dışarı ettiğini düşünürdü. İki ayrı kanat pencerenin ortasına buluşur, bir bütün oluverirdi birden. Mevsim kış da olsa, pencerenin önündeki tabloda, her akşam kır çiçekleri açardı. Ben her akşam kır çiçeklerine selam verirdim.
İki haftadır boşluğa bakan gözlere selam veriyorum. Ama o gözler beni hiç görmüyor. Bir yanım gidip sarılmak istiyor orada öylece bekleyen kadına, bir yanım onu izlediği için suçluluk duygusuna kapılıyor. Her gün yeni bir hikâye uyduruyorum, mutlu sonla biten. Ama gerçek hikâyeyi öğrenmek için karşıdaki eve gitmeye cesaret edemiyordum. Sanki bir hüzün bulutu vardı evin üzerinde ve ben kapıyı çaldığım anda bardaktan boşalırcasına hüzün yağacaktı üzerimize. Bir gün tül perdenin ardındaki kadın da arkasında akıp giden hayat da kayboldu. Ve camda bir kâğıt parçası belirdi: “Satılık.” Ben daha cesaret edip kapıyı çalamadan, ne olduğunu anlayamadan sanki yağmurdan önce fırtına kopmuştu.
Mahallenin bakkalından öğrendim ki emekli öğretmen Ahmet amcanın eviymiş gizli gizli gözlediğim. “Ne kadar kalabalık bir aile kaç çocukları var?” dediğimde eve gelip gidenin öğrencileri olduğunu öğrendim.Ahmet amca gittikleri her şehirde çocukların ruhunu doyurmuş, eşi Ayşe teyze de terziymiş, dikiş makinesinde çocukların umutlarına kanat dikmiş. Kendi çocuklarını kucaklarına alamamışlar ama bir sürü çocuğa kucak açmışlar. “Çok başkalardı, çok.” diye ekliyor arada mahalle bakkalımız. Emekli olunca baba ocağımız tütsün diyerek bu mahalleye dönmüşler. Mahalle bakkalı, Bayram ağabey, Ahmet Hoca ile çocukluk arkadaşıymış. Yıllar sonra aynı mahallede kaldıkları yerden devam etmişler. Mahallenin gururu diye bahsediyor Ahmet Hoca’dan. O dönemde mahalleden üniversiteye giden ilk oymuş. Tüm gençlere örnek olmuş. Biz sadece bizim mahalledekileri bilirdik. Ama herkese örnek olmuş. “Otur, bir çay vereyim sana da anlatayım onun hikâyesi uzun.” diyerek anlatmaya başlıyor. Ben ise kapının önündeki tabureye oturuveriyorum. “Ahmet Hoca emekli olup tekrar mahalleye geleli on yıl oldu. Başlarda biz de anlamadık senin gibi. Bir görünüp bir kaybolan bu gençler kim? Bizim mahallede ne arıyorlar? Geldiklerinde bakkala uğramadan gitmiyorlar. Bir de beni tanıyorlar. Halimi hatırımı soruyorlar. Ama ben onları tanımıyorum. Tanıştım da unuttum mu acaba diye de bir şey soramıyorum. Bir gün tüm düğüm çözüldü.
Ankara’ ya geldikleri ilk bayram sabahıydı sanırım. Ahmet Hoca’nın evinin önünde arabalar sıralanmış. Sanırsın ya düğün var ya cenaze. ‘Hayırdır inşallah. Namazda birlikteydik bir şey de demedi.’ diye düşündüm. Biri gidiyorsa ikisi üçü geliyor arabaların. Dayanamadım, elime bir kutu lokum aldım. Çaldım kapılarını. Nasıl olsa bayram, misafiri kovacak değiller ya. Çoluk çocuk, evin içi dışarıdan kalabalık, oturacak yer yok. Ahmet Hoca beni bir yere oturttu
Hayırdır Hocam bunlar da kim, bizim bilmediğimiz akrabaların mı var?’ dediğimde gevrek gevrek güldü. ‘İlahi Bayram ağabey, onlar benim çocuklarım. Bak şu küçükler var ya onlar da torunlarım. Her görev yerinde bizi ana babası gibi seven böyle güzel çocuklar edindik. Sağ olsunlar onlar bizi hiç unutmadı. Emekli olduğumu duyunca sürpriz yapmışlar. Hep anlatırdım onlara mahalleyi, sizleri. Onlar da beni çocukluğumun geçtiği bu evde ziyaret etmek istemişler. Sağ olsunlar.’ Birer birer tanıttı bana çocuklarını. Hepsinin gözü ayrı parlıyor. Ama ikisi var ki onlar bir başka. En çok onları gördüğümden mi bilmiyorum o ikisi sanki özden öz çocukları. ‘Bakkala her geldiklerinde seni şaşkına çeviren iki öğrencimi tanıtayım sana. Emine ve Ali. Anlata anlata bitiremiyorlar senin halini. Niye sormadın çocuklara kimsiniz diye?’ ‘Nerden bileyim hocam sanki kırk yıllık mahalleli gibi davrandılar. Sende leblebi tozu vardı, hala var mı? Kolonya şişemiz yok ama tezgâhın altında kesin bir şişen vardır. Biz kolonya da alalım. Benim yerini unuttuklarımı elleriyle koymuş gibi buldurdular. Nasıl derim ben onlara yabancı. Kese kâğıtlarını nasıl yaptığımı bile sordular. Yaşlandık, unutkanlık.’ dedim. ‘Öyle tabi yabancı değiller, onlar benim çocuklarım. Baksana hepsi evimin neşesi.’ Benim evimin neşeleri de tatilde diyemedim. Bir bardak çaylarını içtim, çocuklarla tek tek bayramlaştı sonra da bayramı bayram gibi yaşayan evden çıkıp, sessizliğin misafir olduğu evime gittim.”
“Ertesi gün Ahmet Hoca geldi yanıma. ‘Başta anlatmalıydım sana Bayram ağabey. Ama bilemedim ki çocukların beni bırakmayacağını. Artık evlendiler herkes kendi yolunu çizdi. Gelmezlerse, unuturlarsa diye korktum.’ dedi. O anlattı ben dinledim. Çaylar kaç defa buz oldu? Ben gözyaşlarımı saklama bahanesiyle kaç defa çayları yeniledim, bilmiyorum. Emine ve Ali’ yi anlattı uzun uzun. İkisi kardeşler, anne babalarını çocuk yaşta trafik kazasında yitirmişler. Nineleri büyütmüş. Ahmet Hoca Bursa’ da görev yaparken tanışmış çocuklarla. Hoca hiç ellerini üzerinden çekmemiş. Sınavlar, okullar her zaman çocuklara destek olmuş. Nineleri müsaade etseymiş evlat edinmek istemişler ama nine razı olmamış. ‘Ben varken sana ne gerek Hoca!’ demiş bir de. ‘Nineyi kırmadan onların yanında olmaya çalıştık. İyi ki de olduk. Hepsinin yeri ayrıdır ama o ikisi başkadır. Birilerinin bu güzel çocuklara öncü olması gerekiyordu. Biz de olduk. Baksana kaç tane evladımız var.’ dedi. ‘Büyük adamdı rahmetli. Emine öğretmen, onu burada gelin ettik. Bizim mahallede yaşıyorlar. Bir de kızı var. Allah bağışlasın pek güzel. Ali ise mühendis, onu da geçen aylarda nişanladık.’ Ahmet Hoca’ nın çocuklarla arasında öyle bir bağ var ki ben hala anlamıyorum. Sana anlatabildim mi bilmem. Böyle sevgi görmedim. Her bayram dolar taşar evleri. Ben de her bayram bir kutu lokum alır giderim yanlarına. Çok hoşuma gider onların anılarını dinlemek.” Ah Bayram ağabey, benim de çok hoşuma gitti, sen de çok güzel anlattın ama anlattıklarınla o ana kadar kurduğum tüm hikâyeler anlamını yitirdi, diyemedim. Peki, sonra diyebildim…
Ahmet amca ekmek almaya gittiği bir gün, fırında kalp krizi geçirmiş. Evine gidemeden hastaneye kaldırmışlar. Üç hafta yoğun bakımda kalmış. Her gün öğrencileri uğramış evlerine, öğretmenlerinin en kıymetlisini yalnız bırakmak istememişler. Bayram ağabey: “Emine ile Ali zaten yanlarında hiç ayrılmadı. Biri evde diğeri hastanede beklediler. Dedim ya sana, çok başkaydı onlar, vefalı çocuklardı.” diye ekliyor her seferinde. Eşi onu her gün eve gelecek diye beklemiş, hastanede olduğuna inanmak istememiş.
Ne yatağına yatırabilmişler kadıncağızı, ne hastaneye götürebilmişler. Üç haftanın sonunda ise Ahmet amcanın yorgun kalbi daha fazla dayanamamış. Bir akşamüzeri bu sefer eve cansız bedenini getirmişler. “O gün yine mahşer yeri gibiydi burası. Misafirler eve sığamadı, sokak doldu taştı. Mahalle böyle kalabalık görmemiştir. Her birinin gözü yaşlı, kim bilir nerelerden gelmişler.” Ne almaya geldiğimi unutup, mahalle bakkalının çok sevdiği komşularının hikâyesini dinliyorum. Karşıdaki evin üzerinde hissettiğim hüzün bulutlarını kalbimde hissediyorum. Boğazım düğüm düğüm, gözlerim buğulu dinliyorum sadece. Bayram ağabey devam ediyor. “Bir türlü oturduğu yerden kaldıramadık eşini. Kabul edemedi temelli gittiğini. Nasıl bir sevda onu da anlamadık. Ne biz ne de çocuklar da bir kelime laf alabildik ağzından. Bir lokma yemek de yediremedik.” diyor. İçimde fırtınalar kopuyor. Zor tutuyorum kendimi, bıraksam bardaktan boşalırcasına akacak gözyaşlarım. Kendime kızıyorum ne diye bakarsın ki karşı cama. Hiç tanışmadığım ama gizli bir muhabbetle çok sevdiğim komşum, emekli öğretmen Ahmet amcanın yasını tutuyorum.
“ Sonra? ” diyebiliyorum. “Neden satıyor teyze evi?”
“Teyze mi kaldı? Dayanamadı ki kadıncağız. Haftasında onu da uğurladık aynı kalabalıkla, Ahmet amcanın yanına.”
.