KAPISI KAPALI
Ayşenur Kardeş
Eprimekten deseni kaybolan koltuğun üstüne yığıldım. “Halamın evini kapatıyoruz ha?” sesim bir hırıltıyla soru işareti gibi kıvrıldı. Annem ağlamaktan şişip kızaran gözlerini bana doğru çevirip baktı. Konuşmadan anlaşmak dünyanın en feci şeyiymiş. Evin beyaz sabunla karışmış kendine has kokusu ciğerime dolunca anılar zihnime üşüştü.
Kimlerin kimlerin evlenmek için talip olduğu halam, dedemin hem yetim hem öksüz diye acıyıp da “Şu adamla evleneceksin!” diye emir buyurduğu, halamdan kısa, bakışları sert, diliyle insanları yerine zımbalayan, halamla evlendiği için aldığı sıfata iyelik eki eklemeye kimsenin cesaret edemediği Enişte’yle evlenmiş. Halamın evlilikten tek beklentisi çocuk sahibi olabilmekmiş ama yıllar geçtikçe umudu kalmamış. Halam çocuk hasreti ile yana yakıla doktorlara gitse de nafileymiş. Enişte, çocuk sevmediğinden mi bilmem, halamın çocuk hasretini görmezden gelmiş ve böylece halamın çocuk umudu yaşı ilerledikçe yavaş yavaş sönüp gitmiş. Siz deyin yirmi, ben diyeyim yirmi beş yıl önce, Enişte demiryollarından emekli olacağı gün bir köşe başında kalp krizi geçirip vefat etmiş. Halam, Enişte gittiğinden, ben de kendimi bildiğimden beri evimizin üç kapı ötesindeki iki bakla bir sofa evinde yalnız yaşıyordu. Anneme sahici bir abla, bana kaçış rampasıydı.
Yıllar önce bir öğleden sonra sokakta koşarken anneme binbir dil dökerek ve yalnızca gezmelerde giyeceğime yeminler ederek aldırdığım fırfırlı vitrin elbisem ayağıma dolanınca yere kapaklandım. İki dizim paramparça olsa da gözümü boydan boya yırtılan elbisemden ayırmadan höykürerek “Halaaaa!” diye bağırıp ağlamaya başladım. “Anaa!” diye ağlayamazdım çünkü elbiseyi gizlice giyip evden çıkarken son anda beni yakalayan annem “Sokakta oynamaya olmaz kız o elbise, çıkar onu çabuk!” diye arkamdan bağırırken kapıyı hızlıca kapatıp terliklerimi yarı yolda ayağıma geçirmiştim. Şimdi yara bere içindeki dizlerime, yırtılan elbiseme derman olacak tek kişi kalmıştı: halam.
Halam elimi, yüzümü, dizlerimi yıkayıp, üstümü temizleyip, yara beremi kremleyip, bantlayıp elime bir dilim salçalı ekmek tutuşturdu. Ben elimdeki ekmeği bir yandan kemirip bir yandan fırfırlı vitrin elbiseme için için ağlıyordum. Söküğün son ilmeğini dikip ipi dişiyle kesen halam alelacele dikiş kutusunu toplarken “Ağlama artık, ben söylerim annene.” diyerek pencereyi açtı. “Zarifeeee!” diye bizim eve doğru seslendi, “Gel kız, kahve içelim.” Halamla annemin her koşulda derdi, kederi, gülmeyi, söylemeyi kahveye bağlamalarına alışmıştım. Annem eline aldığı bizden köşe bucak sakladığı hollanda çikolatası ve evin anahtarını sallaya sallaya kapıdan girip de beni yara bere içinde görünce korkudan ufak bir şok geçirdiyse de iyi olduğuma emin olunca çabucak toparladı. “Otur kız abla, ben yaparım.” dedikten sonra gözlerini bana devire devire bir yandan kahve cezvesini karıştırıyor, bir yandan da “Yok ben dedim. Benim kızıma elbise ne lazım? Alayım sana derli toplu bir pantolon dedim de dinletemedim.” diye söyleniyordu. Kahvelerini höpürdetip de benim mevzumu halledince kendi aralarında derin bir sohbete koyuldular. Bense annem ve halama duyduğum katıksız güvenin verdiği ferahlıkla sokakta oynamaktan yorulmuş, fırfırlı vitrin elbisem yırtıldığı için de gerilmiş bedenime o zamanlar henüz bu kadar eskimemiş olan koltuğu sığınak yapıp evin ayrıntılarını ezberlerken gözlerimi kapadım.
Isparta halısının sert iplikli dokusunu, lacivert bordo desenlerini, halamın pirinç biblolarını, porselen fincanlarını, Enişte’ye demiryollarından verilen plaketleri koyduğu vitrini, iki tekli koltuğun arasına koyduğu fiskos sehpasını, ören bayan dantel ipiyle ilmek ilmek tığladığı fiskos örtüsünü, hiç çaba göstermeden duyulan tiktaklı duvar saatini izleye izleye huzur dolu ikindi uykusuna daldığım o koltuk işte bu. Ölümün soğukluğu girince değişir sandığım bu ev, içinde geçirdiğim en güzel çocukluk anılarımla işte hâlâ aynı.
Şunu ne yapalım?”, “Bunu ne yapalım?” diye soranlara bir yandan cevap verip bir yandan da yanaklarından akan damlaları silen annem, eline tutuşturulan bir fotoğraf albümüyle yanıma gelip kucağıma fotoğraflardan bir deste bıraktı. “Eniştenin fotoğraflarını ne yapacağız?” Soru zihnimde yankılandı. Eniştenin fotoğrafları... Siyah-beyaz, farklı mekanlarda, yalnız ya da farklı kişilerle çekilmiş fotoğrafları... Hiç tanımasam da evin her köşesinde çerçeveli duran fotoğraflarını görmekten beraberce yaşamışız gibi hissettiğim bu adamın halam ölünce fotoğraflarını verecek kimsesi kalmamıştı. Bu fotoğraftaki kişilerin de Enişte’nin de dünyada nasıl bir yer ettikleriyle ilgili hikayeleri halamın ölümüyle bir sır olup gitmişti. Atmaya kıyamadığım ama elimde de tutmak istemediğim bir deste fotoğrafla kalakaldım. “Ben alayım, bende kalsın.” derken sesim duyulmayacak kadar kısılıp büzüştü. Bir antikacıda gördüğüm, yerde ağzı açık küçük kolilerdeki siyah beyaz fotoğraflar geldi aklıma. Görünce şaşırmış, neden burada olabileceklerini düşünmüştüm. İşte bu yüzdenmiş demek.
Kadınlar kırılacak eşyaları gazetelere sarıp paketlerken altılı fincan setlerini birer birer hepimize dağıtmaya karar verdiler. Sabah kahvelerini bunlarla içmemizi tembihleyip her sabah bir Fatiha yollamaya vesile olsun, dediler. Kullanılabilecek eşyaları ihtiyaç sahiplerine, eskiyip kimseye verilemeyecek olanları da çöpün kenarına sırtlayıp götürdü adamlar. Bir elimde tekli kahve fincanı bir elimde Enişte’nin fotoğraflarıyla bir zamanlar sığınağım olan evin önünde beklerken annem kapıyı kapatıp evden çıktı. Halamın huzur dolu evinin içi boş, kapısı kapalı kaldı.