top of page

Kırılganlık Üzerine Bir Açılım: İz, Eşik ve Cesaret Arasında

burak Şensöz

Kırılganlık kelimesi latince kökenli “vulnenare” kelimesinden türetilmiş ve “fiziksel yaralanma ve incinmeye karşı duyarlılık ve hassasiyet” anlamına gelmektedir. Anlamına baktığımızda, ilk olarak fiziksel anlamda bir yaralanmaya vurgu yapılsa dahi, çeşitli araştırmalarda sosyal, fiziksel ve psikolojik olarak ele alınmıştır (Sinclair ve Wallston, 1999). Kırılganlık kelimesi, akıllara kırılgan olma durumunu getirse de çeşitli şekillerde zihinlerde yer tutması da mümkündür. Bunu bir örnekle açıklamak gerekirse, kırılgan kelimesinin zihinde bir kişiyi canlandırdığını düşündüğümüzde; kırılganlığından dolayı hayata mesafeli bir kişi, kırılganlığına rağmen kırılmayı deneyimleyen bir kişi, bu kişinin kırılma anı veya bu kırılan kişiyi kıran olay da zihinlere gelebilir. Bu evrede akıllara gelen soru kırılganlığın sadece bir hassasiyet mi, kırılma durumu mu veya kırıldıktan sonraki anı mı temsil ettiğidir. Dilin ve zihnin öznelliği bu durumun belirleyici temel unsurlarındandır. Dil, her ne kadar toplumsal bir amaç taşısa da bireysel deneyim ve ihtiyaçlardan doğar. Bu nedenle sözcüklerin anlamları, çeşitli sözlüklerin tanımlamasıyla ortaya koyulabilir fakat bireyin anlamlandırması bireyin geçmişi ve bugününe dair yaşantısıyla şekillenir. Bu çağrışımlar zamanla farklılaşır, gelişir ve yalnızca bireyi değil, toplumu da dönüştürür. Böylece bir kelimenin kişisel anlam yolculuğu, bazen toplumsal söylemleri etkileyen bir değişimin başlangıç noktası, bazen de yeni aforizmaların doğduğu bir zemine dönüşür. Burada bahsedilen değişim ve dönüşüm birey ve toplum arasında çift taraflı; geçmiş, şimdi ve geleceği de içine alarak gerçekleşir. Bu çerçevede, psikoterapilerde kullanılan “netleştirme” tekniği de iki farklı zihinde farklı anlamları taşıyabilen kelime, duygu veya çeşitli yapıların bir başka zihindeki anlamının veya kullanım amacının anlamlandırılmasını sağlayan temel bir tekniktir. İki veya daha fazla farklı anlamın veya zihnin tek bir anlamda hemhal olmasıdır. Bu noktada bakıldığında dilin gelişimi de bir başka sözcük oluşturmaktan da öte kişinin zihnindeki düşüncelerini bir ötekine aktarma 

çabası olarak görülebilir. Kişinin kendi anlamlarının toplumsal anlamlardan farklılaştığı fakat bunun ortak bir noktada bulunabilmesinin mümkün olmasıyla kırılganlık kelimesi incelendiğinde akıllara “Kırılganlık düzeltilmesi gereken bir kusur mu? Olması gereken bir özellik mi? Yoksa geleceğe açılan bir kapı mı?” soruları belirebilir. Bu nedenle, tek bir tanımının olması tek bir anlamının olabileceği anlamına gelmeyen bir durumdur. Bu tanımlamalar çeşitli psikoterapi kuramlarına, felsefi yaklaşımlara göre farklılaşmış ve bu çalışmanın temelini bu farklılaşmanın tanımını yapma çabası değil, anlamlandırma çabası doğurmuştur. Bu nedenle çeşitli yaklaşımların kırılganlık tanımlamalarını, psikoterapi odaları veya insani ilişkilerde bu yazı üzerinden anlamlandırmaya çalışılmış; bir açılım yapılmıştır. 

İlk ana kavramımız olarak “iz” kavramı üzerinde durmak gerekirse, kırılganlığın geçmişteki travmaların bir izi olduğu ve bu noktada şimdiye olan bir etkisi olduğu söylenebilir. İz kelimesiyle akıllara yara izi, ayak izi gibi kavramlar gelebilir. Bu metinde “iz” kelimesinin kullanılma amacı ise kişinin geçmişinden bu yana getirdiği ve ruhsal dünyasının entegrasyonunun sağlanamaması yönünde bir engel oluşturan gelişimsel olan/olmayan travmalardır. Travmayı deneyimleme ve başa çıkma becerisi insandan insana değişebildiği gibi deneyimin travmatik bir deneyim olması da öznellik bağlamında kişinin ruhsal dünyasına göre şekillenebilir. İnsan bu ruhsal dünyasının gelişimini sekteye uğratan travmatik deneyimlerle mücadelede bir başkasına ihtiyaç duyar. Bu duyulan ihtiyaç sadece şimdide olan bir ihtiyaç değil, geçmişte de giderilmeyen bir eksikliktir. Şimdide duyulan ihtiyaç kişilerin ilişkileriyle tamamlanabilirken; geçmişte varlığını gösteren eksiklik, kişinin şimdide deneyimlediği ilişkileri de şekillendiren ve sekteye uğratan bir nokta olarak kendini gösterir. Geçmişte bahsedilen bu eksikliğin temeli bebeklik dönemine dayanır. Bebeğin annesiyle kurduğu bağda hatalarıyla, eksiklikleriyle ve bir başkasına olan ihtiyacıyla annesi tarafından kabul edilmesi, ağlamalarına ve tüm eksikliklerine karşılık annenin orada bebek için destekleyici bir noktada kalabilmesi ve şefkatiyle bebeğini yatıştırabilmesi bebeğin gelecek yaşantısında eksikliklerine karşı özşefkat duygusunu geliştirmesini sağlar. Annesi tarafından kabul gören bebek, kendisini iyi-kötü yanlarıyla kabul eden bir hale gelerek annesinden aldığı sevgi ve şefkat duygularını içselleştirmesiyle şükran duygusuna sahip olur.  Maslow (2011), bireyin kendi eksiklikleri ve acılarına gösterdiği şefkatin kendini anlamada ve kendi kişisel gelişimi noktasında etkisine vurgu yapar. Kişinin şefkati tatmasının ve bunu sonraki yaşamına taşıyabilerek içsel süreçleriyle entegre etmesinin önemi ileride kuracağı kendisiyle, dünyayla ve bir ötekiyle olan ilişkisinin gerçekliğine ve sağlıklı olmasına etki eden temel bir nokta olur. Ancak bebek, annesiyle geliştirdiği ilişkide annesi tarafından yeterince sevgi ve şefkati alamazsa, şükran duyguları yerini haset duygusuna bırakır ve bu noktada hem kuracağı tüm ilişkilerde hem de yaşamının merkezinde entegre bir yapıya sahip olmadığı için sağlıksız ilişkilere yönelir. Melanie Klein tüm bunlara göre kırılganlığı, “paranoid-şizoid” ve “depresif konum” olmak üzere farklı tanımlamalarla yapar. Paranoid-şizoid konumda anne-bebek ilişkisinin sağlıksız bir biçimde kurulmasıyla kalan bebek, dünyayı da sağlıklı bir biçimde anlayamaz ve içsel-dışsal gerçekliğin ayrımını gerçekleştiremez. Dünya iyi ve kötüden ibaret fakat hem iyi hem kötüden ibaret olmadığı için bölme savunma mekanizmasıyla kendini çatışmalara karşı korur. Ancak ruhsal bir entegrasyonu olmadığı için kırılganlığa açık bir halde kalır. Depresif konum bebeğin hem saldırganlığını hem de sevgisini aynı nesneye yöneltebildiği paranoid-şizoid konuma göre daha entegre bir yapıdır fakat kırılganlık kişinin daha entegre olmasına karşılık bu evrede de kendini gösterir. Bu iki evreyi kırılganlık noktasında ayıran temel noktaysa eşlikçi olan kaybetme korkusu, suçluluk ve onarma arzusuyken dönüşümün de mümkün olmasıdır (Segal, 2023). Bu iki evrede tanımlanan kırılganlığa baktığımızda, depresif konum bir eşik gibi görülebilse de sonraki yaşamlarına her iki konumda da bireyin bu kırılganlığı taşıması ve ilişki kurmasına engel olan bir nokta olarak gelişmesiyle daha çok ize işaret eden bir nokta olarak konumlandırılabilir. Burada birey karşısındaki insana karşı paranoid-şizoid konumda bölme savunma mekanizmasının etkisinde iyi-kötü olarak ayırdığı dünyada iyide de kötüde de kırılganlıkla temas halinde olmasıyla gerçeklikten uzak kurmaca bir dünyanın içinde var olur. Kurmaca bir dünyanın içinde var olmasının temel sebebi bebekliğinde annesiyle gerçek bir ilişkiyi deneyimlememesi ve kırılmaktan öte kırılganlıkla bir ötekiyle deneyimlemediği ilişkiye karşı bir mesafe oluşturarak giderilmeyen ilişki ihtiyacı sonunda tekrarlayan kırılma noktalarını deneyimlemeyle baş edemeyeceği içindir. Daha entegre bir yapı olarak depresif konumdaysa, iyi-kötüyü deneyimleyebilen bireyde, sevgiyi ve yıkıcılığı da bir ötekine karşı aynı anda deneyimleyerek; sevdiğine zarar verme düşüncesiyle suçluluk, öfke gibi duyguların sonucunda onarma, telafi etme ve şefkat duyguları kendini gösterir ve bu duygular sağlıklı olmasına karşılık incinebilir ve kırılgandırlar. Bebeğin annesiyle kurduğu ilişki sonraki yaşamında birçok şeyi etkilerken annelik tanımına “yeterince iyi anne” tanımıyla Winnicot vurgu yapmıştır. Yeterince iyi anne;  başlangıçta bebeğin ruhsal ve fiziksel ihtiyaçlarına tam uyum sağlayan, zamanla bu uyumu çocuğun gerçeklikle temasına uygun olacak şekilde uyarlayarak başa çıkma kapasitesini geliştirmesine olanak sağlayan anne olarak tanımlanabilir. Winnicott (2018), “yeterince iyi anne” kavramı çerçevesinde, erken dönemde empatik ve tutarlı bir bakım alamayan çocuğun sahte bir benlik geliştirdiğini belirtir. Gerçek kendiliğin henüz dış dünyaya güvenle sunulmadığı ve korunması gereken içsel bir yapı olarak kırılganlığı tanımlar. Ayrıca, bu kırılgan yapının dış dünyanın talepleri konusunda zedelenebileceğini fakat terapötik ortamda yeniden inşasının mümkün olduğunu da belirtir (Winnicott, 2018). Annenin yeterince iyi anne kavramından uzak kalmasıyla bebek, dünyayla birebir ilişkiler geliştirememiş ve bunun sonucunda başa çıkma kapasitesi olmadığı için sonraki yaşamında da kırılganlığı tüm ilişkilerine konumlandırarak aslında kendini gerçeklikten ve bu gerçekliğe karşı alabileceği hasardan uzaklaştırır. Tüm bunları anne-bebeğin arasında geçen ilişkiler olarak aldığımızda, Bowbly’nin ortaya koyduğu güvenli ve güvensiz bağlanma tanımlamaları burada kıymetli ve toparlayıcı bir nokta olacaktır. Bowbly (2013), yaptığı anne-bebek araştırmalarıyla erken çocukluk döneminde bağlanma deneyimlerinin bir sonucu olarak kırılganlığı vurgular. Özellikle anne-bebek arasında güvenli bağlanmanın gelişmediği durumlarda, bireyin duygusal esnekliğini yitirmesiyle ilişki kurma kapasitesi zedelenir. Ayrılık, kayıp ve yoksunluk gibi durumlar özellikle kırılganlığı belirgin hale getiren durumlar arasında gösterilir. Erken dönemde güvensiz bağlanma biçimleri geliştiren birey, yetişkinliğinde de tekrar kırılmalara açık hale gelir (Bowbly, 2013). Bireyin günümüzde olan seçimlerini, geçmişte kurduğu ilişkilerdeki deneyimleri şekillendirir. Günümüz, tüm bu çalışmalara göre geçmişin bir tekrarı niteliğindedir. Bebeğin annesiyle deneyimleri sonucunda kırılganlık anlarını sonraki yaşamında tekrardan deneyimlemesini aktaran bu çalışmalar, Freud’un “tekrar zorlantısı” kavramıyla kişinin bilinçdışı bir biçimde geçmiş travmalarını yeniden deneyimlediğine yaptığı vurguyla desteklenir niteliktedir. Freud, kırılganlığıysa, bireyin bastırılmış olan travmatik yaşantılarının tekrarlayan davranış 

örüntüleriyle dışavurumuna eşlik eden bir ruhsal açıklık olarak tanımlamıştır. Bu bağlam çerçevesinde kırılganlık, geçmişte bireyin deneyimlediği kırılmaların yeniden yaşama riskini taşıyan bir süreklilik biçimidir (Freud, 2001). Kırılganlığa iz kavramı doğrultusunda bakıldığında tüm bu çalışmalar bizlere, kırılganlığın şimdide kırılmaya karşı olan hassasiyetle fakat geçmişte kırılacak ve onarılacak bir ilişki geliştirilememesiyle şekillendiğini gösterir. Ancak tüm bunlar milyonlarca insanı tek bir tanıma, tanıya, psikopatolojiye sokan ve öznelliği göz önünde bulundurmayan bir noktadır. Bunların gerçekliği ve doğruluğu aşikarken, herkes için geçerliliğinin mümkün olması ihtimal dahi değildir. Bu sebeple kırılganlığın farklı tanımlamaları üzerinden devam edecek bu çalışma, bu farklılıkları açıklayarak ve öznelliği de vurgulayarak devam edecektir. Geçmişte yaşanan her ne iz olursa olsun, şimdiye etkisi kaçınılmazken; şimdinin de geçmişe etkisi mevcuttur ki bu da insanın değişim ve gelişiminin geçmişinde deneyimlediklerine karşılık mümkün olmasıyla açıklanabilir. Tam olarak şimdi noktasına bakış açımızı derinleştirdiğimizde kırılganlığın eşik kavramını tartışmamız doğru olacaktır.

Kierkgaard’a göre kırılganlık insanın kendi varoluşuyla yüzleştiği, seçme özgürlüğü karşısında kaygılandığı bir ara durumdur. Bu kaygı, bireyin henüz yönünü seçememesi sebebiyle düşüp yükselebileceği varoluşsal bir eşiği temsil eder. Bireyin bu noktada, kırılması da dönüşebilmesi de mümkün haldedir. Özgürlüğünün ve sorumluluğunun farkında olan insan, derin bir içsel açıklık olarak kırılganlığı yaşayabilir (Kierkegaard, 2006). Bahsedilen ara konumun ayırıcı en temel noktasıysa, bireyin bu konumda cesaret göstermemesi fakat potansiyelinin olmasıdır. Eşik konumundan iz konumuna baktığımızda, izi taşıyanın kurduğu her ilişkiyi izin etkisinde kurduğunu söylemek doğru olacak mıdır? Elbette bu çok kesin bir yargı ve kişinin izden kurtulamayacağını gösteren bir yanılsamadan ibarettir. Problemler hayatımız boyunca yaşanabilir. Yaşanan bu problemlerin izleri içinde kaybolanlar da mevcuttur; tüm bu problemlerle baş etmeye çalışanlar da. Tam olarak eşik noktasında tanımladığımız bu iki konumun arasında kalıp ne kaybolmuş ne de baş etmeye çalışan noktasında olmayanlar da. Bu eşik konumunda çıkan varoluşsal sınır durumlarıyla (ölüm, yalnızlık, özgürlük, anlamsızlık)  yüzleşilme anları, özellikle bastırıldığında değil kabul edildiğinde dönüştürücü hale gelir. Yalom (2018),  teröpatik ilişkinin derinleşebilmesinin gerekliliğini danışan ve terapistin kırılganlıkla temasa geçmesiyle gerçekleşeceğini belirtir. Yalom’a göre kırılganlık, yalnızca incinme riskinden ziyade hakiki bir bağ kurma ve iyileşmenin ilk adımıdır (Yalom, 2018). Sadece terapötik ilişki tabiri bu durumu kısıtlayıcı bir faktörken, herhangi bir ilişkide kırılganlıktan uzak bir konumda tanımlanabilmesinin ne kadar gerçekçi veya sağlıklı bir ilişki olabileceğini düşündüğümüzde; kırılganlığın ilişkilerde olmamasından ziyade, kırılganlığa rağmen ilişkilerin kurulabilmesinin güvenli bağlar inşa etmeye giden bir adım olacağını ve izimiz ne olursa olsun bu kırılganlığa ve tüm kırılmışlıklarımıza karşılık her ilişkinin kırıcı ve onarıcı işlevini görebilmemizi sağlamasıyla izlerimizi de entegre edebileceğini söyleyebiliriz. Yalom’un fikirleri yazdıklarımızla eş değer bir noktadayken eşik konumunun kişinin büyümesine yol açmayacağını ve bu eşikten geçip cesarete varan sürecin iyileştirici bir etkisi olduğunu destekler. Cesaret kavramına kırılganlık noktasından baktığımızda bir diğer önemli düşünürse Brewn Brown’dur ve Brown’un düşünceleri bizleri parçamızın başındaki bireyin toplumla ilişkisine de götürecek bir noktada olacaktır. Brown (2012), kırılganlığı, belirsizlik, kendini açma cesareti ve duygusal risk olarak tanımlar. Kırılganlık toplumsal olarak zayıflıkla eşleştirilmiş olmasına karşılık gerçekte bağ kurmanın ve yaratıcı olmanın ön koşuludur. Kırılganlığın reddi ise, hayatın en anlamlı alanlarında (ilişkiler, aidiyet, özgünlük) derin bir kopukluk yaratır (Brown, 2012). Bu durum kırılma ihtimaline karşılık görünür olmayı göze alarak cesaretin tam olarak kendisi olarak gösterilebilir. Birey var olduğu toplumu şekillendirirken, toplum da var olan bireyi şekillendirir. Kırılganlık kelimesi bu nedenle ilk olarak toplum tarafından tercih edilmeyen veya olumsuzluk olarak kullanılabilen bir kelimedir. Ancak kırılganlığa iz, eşik veya cesaret konumundan ele aldığımızda, tüm konumlarda kırılganlığın yeni bir kimlik inşasında deneyimlenen temel bir durum olduğunu gözleyebiliriz. Üstelik bunu sadece bireysel olarak değil, terapötik veya toplumsal olarak da uyarlamak oldukça mümkündür. Bu sebeple, kırılganlığa yaptığımız bu açılımda, terapötik ilişki üzerinden yazımızın başlangıcında verdiğimiz örnekle devam edersek; kırılganlığından dolayı hayata mesafeli bir kişi, kırılganlığına rağmen kırılmayı deneyimleyen bir kişi veya bu örnekleri çoğalttığımızda, tamamını terapi odalarında görebiliriz. akat bu kırılganlık dediğimiz nokta sadece mesafeyse, bu kişileri terapi odasına getiren ne? Sadece cesaretse, terapileri bırakma sebebi ne? Eşik noktası olarak bakıldığında, terapiye başvurarak tüm izlerine rağmen bu eşiği çoktan geçmiş kişilerdir.  Bu soruya verilecek bir cevap belki toplumsal, belki ilişkisel belki de terapötik anlamda kimilerimizin zihninde farklı yankılar uyandıracaktır. Bu sorunun cevabının başlangıcında da kırılganlığın yazdıklarımız bağlamında ne olduğuyla başlamak doğru ve toparlayıcı olabilir. “Kırılganlık, her zaman kırılmadan önceki evre değildir. Bazı durumlarda yeniden kırılmanın eşiğidir, bazı durumlarda ise kırılmış yerin izlerini taşıyan ama hala ayakta duran bir haldir ve bazen de, kırılma pahasına kendini açmanın ve temas kurmanın cesaretidir.” Tam bu noktada, ilişkide iki farklı zihnin hemhal olması dediğimiz nokta belki bu sorunun cevabına ışık tutan bir diğer destekleyici cevaptır. Terapist-danışan ilişkisinde danışan her üç evrede de olabilir. Bu normal olandır fakat öznellik bağlamında bakılabildiğinde. Bu bakış açısıyla kırılganlığı bir hassasiyet olarak deneyimleyen kişinin hassasiyetine eşlik etmek, eşik noktasındakine ilişkinin içinde kırılmanın pahasına olabilmekle cesaret verebilmek, cesaret noktasındakineyse cesaretine eşlik edip geçmişin izlerini günümüzde şekillendirebilmekle “yeterince iyi anne” kavramını “yeterince iyi terapist/yönetici/partner/arkadaş/….” olarak tanımlayabilir ve kırılganlığı da kurulan ilişkilerde anlamlandırabiliriz. 

bottom of page