
kırılganlığa gebe kaldık: kırıldık
tuğba Gürsoy
'Gebe kaldık, kıvrandık, rüzgârdan başka bir şey doğurmadık sanki. Ne dünyaya kurtuluş sağlayabildik ne de dünyada yaşananları yaşama kavuşturabildik.'' 1
'İnsan içindeki potansiyeli, yeni bir şeyler üretmek, dünyayı değiştirmek, hakikati bellemek ve bir anlam yaratmak arzusuyla yakmış; katlandığı duygu yüklü sancılar, meltemle savrulan küllere dönüşmüştü. Dünyada geçirdiği her gün, her saat, her dakika insanın duygu yüklü ama sonuçsuz sancılarına gebe kalmıştı. Bu sancılar zamanla, bazen derin hissetmek bazen de sahici olmak adına kutsanır oldu. Oysa insan, yalnızca ne hissettiğiyle var olan bir varlık değildi. Duyguların en hakiki ifade biçimi sayıldığı, iç dünyaların oluk oluk ve fütursuzca dışarıya taştığı bu çağda, duyguların savrulması olağan bir hâle geldi. Bu duygusal taşkınlık, çağın ruhunu da biçimlendirmeye başlamıştı. Nitekim, Byung- Chul Han'ın gözünden “Yansımanın değil, teşhirin hüküm sürdüğü bir dönem olarak'' tanımlanan bu çağda, “duygular, hakikati değil performansı gösteren; acı sahici duyarlılığın en sessiz biçimi”ydi. Modern çağın bu teşhirci doğasına karşılık, yüzyıllar öncesinden gelen bir başka ses, insanın temelini benzer yerde aramıştı. Rousseau da bir zamanlar “İnsan duygularla değil, acıyla başlar” sözleriyle insanın var olma durumunun temelini acıya dayandırmıştı. Öyle ki, on beş yaşına kadar yalnızca kendisini tanıyan ve kibir, kıskançlık, rekabet gibi sosyal duygulardan izole, steril bir ortamda büyüyen Émile'in bile “acı çekmek öğrenmesi gereken ve bilmesi son derece gerekli ilk şeydi.”2 Acıyı sadece kendisi için değil, başkası için de duyabilecek hâle geldiğinde, yani sahici bir duyarlılık kazandığında, topluma katılması uygun görülmüştür. Rousseau'nun ifadesiyle, duyarlılık hayal gücü yardımıyla kendi dışına yayıldığında; işte o zaman Émile, artık sadece kendi için var olan biri değil, başkalarının varlığıyla anlam bulan bir insan olabilmişti. Çünkü insan acıyı tanıdıkça zayıflığını kabul eder ve başkasına ihtiyaç duyar, ona el uzatır ve böylece toplumu oluştururdu.
Benliğimizin sınırlarından bu oluşumla taşar, kendi dışımıza uzanırız. İnsana kırılgan ve geçici bir zemin hazırlayan bu durum aynı zamanda acı çekmeyi işleyişte var olan ve insanın kaçamayacağı yazgısı haline getirir. Bu yazgı insana olup biten hiçbir şey güvence altında olmadığını dikte eder, her şey her an kendini yitirebilir ya da mana değiştirebilir hale gelir. Güneş ve kum nasıl bir cama, bir aynaya ya da anlık bir parçalanmayla varoluş formunu tamamıyla değiştirmiş kırıntılara dönüşebiliyorsa; bireylerin yaşamı da farklı formlara girebilme yetisine sahip bir potansiyeli barındırır. Mühim olan, bireyin bu kırgınlık ve kırılganlık durumunu kabul ederek yaşamını sürdürebilmesidir. Hayatta başımıza gelen her şey olabilirlikler silsilesinden payımıza düşen ve düştüğü saniyede anılara dönüşen anlar olduğu gibi, varlığı eksik ama güzel, eksik ama özgün, eksik ama kederli, eksik ama anlam dolu kılan da hayatın ona sunduğu kırılgan yapıdan kaynaklıdır. Bu kırılgan yapı sayesinde insan nar ağacının dallarından sarkan çaresizliği de bir arının topladığı polenleri kovanına götürürken büründüğü alelacele tavrı da kendi varoluşuna pay edebilir bir hale bürünür. Böylece tüm sancılarına mesken bulabilir ve başına gelen her şeyi makulleştirebilecek gücü muhafaza edebilir. Muhafaza edilen bu güç, insana tekrar ve tekrar kendini en manalı formda olduğuna ikna eder.
¹İşaya, 26:18
² Rousseau, Émile, 66.