top of page

Japon Makak Ellerinde Nitril Eldivenler

Zeynep Özusta

Afyon kaymaklı lokumlarla kum şehrinde ıslanabiliriz istiyor. Her gülümseyişin farkında olmak. Otuz iki yaşındayken en çok kendinden rahatsız olmak. Bayramda arka bahçede çocuklarla sallanırken kafasını demire çarpıp elleri bozuk para kokuyor gibi olmak.

Çocuklar kafaları karışık, “Sen neden buradasın?” diyor. Doğrusu bu durumlarda Allah’a bayılır-dı-. Kimse o güne kadar onu böyle içten bir soruyla silkelememişti. Bazı şeyler yaşanarak öğreniliyor. Munzursa gözlerini çocuklara sakız çiğnerken yaptığı gibi dikiyor. Şimdilerde sirk ipinin üstünde hâlâ proton, elektron falan düşlüyor. Yani doğrusu Feynman okurken o da fazla kaçırdığından emindi. Bunu on yedi yaşında fizik öğretmeninin evinden çıkışını iki sokak ötedeki kahvehanede izlerken öğrenmişti. Orada kaç kül tablasında kaç tükürük bezini iltihaplandırdığını hatırlayamıyordu. Keratinleşen dil sırtından ve diş etlerinden bahsetmiyoruz bile. Bunun konusunu açmak karısının bile tıbbi müdahalesini yetersiz kılıyor.

 

Karısı yani Sisiyle –hayır Rus kraliçesi olan değil– Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Emin Ali Paşa’da bir parfüm fabrikasında tanışmışlardı. Kimyager olarak fabrikada çalışan Munzur, Sisi’yi gördüğü ilk anda sanki gizli bir formül bulmuş gibi yüksek bir kimyasal maruziyete kurban gitti. Sisi onun için merdiven altı üretimlerin yanında duty free’den alınmış Paris parfümü gibiydi. Ona “Rose de Mai” demişti, Damask gülü. Boynuna süreceği on beş mililitrelik parfüm için sıfır nokta sıfır altı ton gül demekti bu. Kaşalot kusmuğu kadar zaman almayacak ama ellerinin nazik olmasını isteyecek sabırlı bir süreçti.

Munzur’un Sisi için ne kadar kahır döktüğünü bir günlüğü bilir, bir de kondansör görevlisi Süleyman Hacımüftüoğlu. Süleyman Hacımüftüoğlu, soyadını haklı çıkarmak için kurban bayramı öncesi dedesinin hayvan seçiminden ve şeriate uygun kesiminden bahseder dururdu. Bu hikâyeden beslenen Munzur’un çocuklarla sallanırken bir anda hayvan ölülerine odaklanmasına şaşmamalı. Bütün tarla artık yapışkan ve fevkalade kaygan bir yapıya bürünmüş, iyi drene edilmiş toprakta yetişen petunyalar bile kan kokusunu bastıramamıştı. O yüzden mesai sonu yatağının başında bekleyen bir bardak limonlu suyu içtikten sonra adalar motoruyla kendini bu bahçeye attığını hatırlıyordu. Çocukların gözlerine sarılan avuçları. Bir metre daha yakın olsaydı, belki kanı yüzüne sıçrar gibi hissederdi.

Doğrusu limonlu anlatı ahmakça bir kılıf, kendini sırılsıklam bulduğu yataktan atmasıyla boğazına kadar dayanan bu hastalığı çıkarmasını hiçbir şey engelleyemezdi. Sonra vapura koşmasını, sonra altmış beş yaş gezi kalabalığının içinde döktüğü terlerle denizin ortasında “Acaba 112’yi arayabilir miyim?” düşünmesini. Yarı bilinci kapalı, altıya üç düşen tansiyonuyla kalp ritminde bir bozukluk yaratan, ah yaratan, ah yarat-an. Yani Sisi sen, canım, dilimi kendi boğazıma sokmuşum gibi nefessiz, derdimi öpüp koklar ya da onu bıçaklayacak bir vahşet halinde beni bu dünyada bıraktın. Artık çiçeğe bile dönüşemeyen bir böcek olma kurgusuyla, “Benim ahlakım, benim huyum bu” diyerekten. 

Ev’e kadar beni mağlup eden asfaltın her yirmi üç saniyede bir beklentilerime veda ettirişini hissediyordum. Senin yüzünden başıma geleni binlerce kez ve panikle, Kodak ColorPlus 200’le çekermiş gibi yakalayarak geçmişte bırakmaya çalıştım. Bayram namazına giden beyaz cepkenli adamları, evlerden yükselmeye başlayan ağız sulandırıcı et kokularını, benim yüzümü çalmış gibi gülen çocukları. Kendimi musalla taşına atıp seni hızlıca yapılan bir hazırlıkla Moskova’ya geri gönderecektim, neredeyse.

Bana yaptığını kendime itiraf etmek istemiyorum. Uzuvları benim olan bu grotesk beden, hantal göbek, ucube ve muğlak gözüken eylemlerim, gözlerinin beni nasıl da yuttuğunu şimdi hissediyorum. Kızarmış bir suratla, sanki kanın onların değil benim suratıma sıçradığını hissediyorum. Bana “Seni sen için bırakıyorum” dedikten sonrasını. Bir metre yirmi sekiz santimetrenin yarısı kadar daha uzun olduğumu sana kanıtladım. Şimdi ellerim sanki senin yedi yaş hâlinin omuzlarında duruyor. Hidroklorik asitle kabarmış parmaklarım senin gözlerinin önüne sarılıyor, onu koklayabiliyor musun? Senden İbrahim’in kurban ettiği koçu gizliyorum. Sanki bunu düşlerken içimden bir şeyler kırılıyor. Sol tarafta Gülizar Hanım, kızı Hayriye’yi inciteceğinden korkulu bakıyor. Endişe etme teyze, koç çoktan öldü. Bayram namazının bir rekatını kaçırmışım gibi yarım yamalak oldu zavallı. Hadsiz hesapsız müftü olamamış imam bu talihsize “Namazın kabul olmadı” diyor gibi. Böylece Süleyman Hacımüftüoğlu’nun dedesinden nefret ediyorum, doğurduğu kalpsiz Âdem çocuklarından da.Ah, bana şu güneşi özleten, sahici kahkahalar denizinde büyütülmüş petunyalar… Arjantin’e gidip kökünüzü kazımak istiyorum. Tam bir metre olduğunuzda sizi koparmak istiyorum. Hatta yüzünüz Japon makaklarına benzemesin diye çiçek açmaya başladığınız ilk anda.

bottom of page