İMKÂNSIZ EYLEMLER OLARAK: DOYMAK VE DOYULURLMAK
Heval defne çoban
Biraz çağrışımla başlayalım: açlık, arzu, doymak, kopuş, çığlık…
Açlığın, (beslenmenin değil fakat açlığın) izini biyolojinin içinde en geriye değin sürdüğümüzde, kendimizi ilk tek hücrelinin hücre sınırlarının oluştuğu yerde buluruz. Çünkü açlık, tanımı gereği sahip olunmayan ya da dışarıda olan bir şeyi içeri alma isteğini ifade eder ve “sahip olunan şeyler bütünü”ne, yani organizmanın sınırlarına işaret eder. Tam da bu özelliğiyle aslında “iç-dış ikiliği” için, açlığı bir kavram olarak üreten çatışkı diyebiliriz. Yani açlık, dışarıda olan bir şeye sahip olmadığımız için duyduğumuz eksiklik olarak benin ve ben olmayanın sınırlarına referans verir.
O hâlde açlığı duyumsamak, omnipotent bir canlının deneyimleyemeyeceği bir şey gibi görünüyor. Yani bir canlının ve elbette insan yavrusunun acıkabilmesi ve arzu üretebiliyor olması için evrenle dolayımsız ilişkisinin sekteye uğraması, kendisi ve dünyanın kalanı arasında bir ayrışma yaşanması ve bu kırılımın içerisinde dünyanın ona her istediğini vermeyen, zaman zaman onu açlığın dehşeti içinde bırakan bir imge olarak kurulması gerekiyor. Bu kırılım, birçok psikoloji kuramında belirleyici bir öneme sahiptir. Davranışçı ekollerin, organizmanın adaptif ve maladaptif davranışlarını ele alışı, Klein’ın nesne ilişkileri kuramı, Freud’un narsisizm kuramı ve Lacan’ın arzunun oluşumuna dair kuramları, bu “iç-dış çatışkısı”na bir çözüm getirmeye çalışıyor.
Örneğin Freud’un birincil ve ikincil narsisizm kavramları buraya işaret ediyor. Bebek, birincil narsisizm durumundayken, kendisiyle dış dünya arasında bir ayrım yapmaz. Dünyanın kendi bedeninden ibaret olduğu inancındadır ve dünyayı belirleme kudretine sahip olduğunu düşünür. Başta acıktığında onu besleyen annesi olmak üzere, tüm dünya onun uzantılarıdır ve ona hizmet eder. Bu sonsuzluk-tüm güçlülük sanrıları içinde tüm libidinal yatırımını kendisine yapar, amiyane tabirle sevgiyi ve ilgiyi yalnızca kendisine akıtır. İkincil narsisizmde ise bebek artık ihtiyaçlarının her zaman tam olarak karşılanmıyor olması sebebiyle, yani dünya tarafından yüzüstü bırakıldığı için dünyadan ayrışmış ve kendisi ile kendisi olmayan şeyler arasında bir ayrıma gitmiştir. Dünyanın kalanıyla yaşadığı güç savaşını kaybettiğinden, artık libidinal yatırımını kendisine ancak dışarıdaki arzu nesnelerini içine almak suretiyle yapabilir. İlgisi artık sonsuza kadar kendisi ve dünya arasında bölünmüştür.
Freud’un birincil ve ikincil narsisizm kavramlarının Lacan’ın özne kuramı için oldukça kurucu olduğunu söyleyebiliriz. Burada bebeğin dünyayla, (Lacan’ın evreninde kültür ve dil ile) savaşını kaybediyor olması onu ömrü boyunca bir eksiklik duygusu ile damgalar. Bebek dilin dünyasına girmeyi kabul ederek ilk önce bedenindeki duyumsamaları dilin dolayımı olmadan tüm gerçekliği ile yaşayabiliyor olmaktan vazgeçer. Artık tüm duyumsamaları birtakım gösterenler üzerinden deneyimliyordur.
Ardından yaşam artık ötekinin sevdiği şeyleri içermeye çalışmak yoluyla onun arzusunun nesnesi hâline gelerek kaybettiği tamlık-sonsuzluk durumuna geri dönmeye çalışmakla geçecektir. Yani Lacan için arzu, retroaksiyon (geçmişi değiştirmeye yönelik bir hamle) yoluyla birincil narsisizme bir dönüş arzusudur ve yapısı gereği tatmin edilmesi mümkün değildir. Açlık ve onun üretimi olan arzu her duyumsandığında özne, eksik bir canlı olduğu gerçeğiyle karşı karşıya gelir.
Dünyaya muhtaç olmamız başlı başına oldukça ızdıraplı, hele ki çocukluğumuzda dünya fiziksel ve duygusal ihtiyaçlarımızı bize sağlamayıp bizi çokça aç bıraktıysa. Bu ızdıraptan kaçmanın mümkün olduğunu düşünmüyorum, kaçmamızın gerekli olduğundan da emin değilim. Yaşayacaksak eğer, bu ızdırabı kabul ediyoruz demektir ve onu taşımayı öğrenmek durumundayız. Karnımız hep acıkacak ama asla tam anlamıyla doymayacağız. Şunları baştan kabul etmek belki bu ızdırabı en azından sadeleştirerek içinden süzülebilmeyi kolaylaştırır: 1. Tüm güçlü değilim, bu dünyaya muhtacım. 2. Bu dünya beni yüzüstü bırakacak. Bu yetersiz insan gücümle yapabileceğim şey, bunların yaşamın dokusunun silinemez parçaları olduğunu duygusal bir düzeyde olabildiğince kabul etmek. İnsansam arzuluyorum ve yine insansam zaman zaman hayal kırıklığına uğrayacağım. Ama bu kendimi korumak adına hayattan kaçıp kuytularda saklanmam gerektiği anlamına gelmiyor. Bunlarla beraber yaşarken bağ kurmaya, köklenmeye ve büyük keyiflere alan açmak mümkün diye düşünüyorum. Bu dünyaya bir şeyler öğrenmeye geldiğimiz duygusu beni hep takip ediyor. Belki de dünyaya arzunun ızdırabını ve aslında hiç sahip olmadığımız bir tamlığa duyduğumuz özlemi vakur bir tavırla taşımayı öğrenmeye gelmişizdir. Bu evrenin tamamı değilsek eğer, bizi sonsuza dek doyurabilecek bir şey yok. Diğer sahipliklerimizin hepsinden şüphe etsek bile bizi dünyadan ayıran sınırlara sahip olduğumuza güvenebilir ve onun içerisinde kendimizi muhafaza etmeyi öğrenebiliriz diye umuyorum, elbette zamana tabi olduğumuzu ve bu sınırların da form değiştirebileceğini akılda tutarak.