İçerİDEN DIŞARIYA EV
Yavuz Yıldırım
Ev, Antik Yunanca “oikos”, toplumun temelini oluşturan bireyin doğduğu mekânı, içeriyi, aile ve aile içi ilişkileri barındırır. Toplumsal ilişkilerin bir mekânla ve diğerleriyle birlikte geliştiği düşünülecek olursa, ev bunun ilk adımıdır. İçeride kurulan insani ilişkiler, dışarıyı şekillendirir. “Oikonomia”, ekonomi kelimesi de böyle bir sayısal düzeni ifade eder: içerinin kuruluşundaki sayılar kurallar. En nihayetinde, sayılar arasındaki düzene benzer bir toplumsal düzen hedefi, antik dünyanın ideallerindendir. Ancak Antik Yunan’da içeride kalma, bugünün tabiriyle özel hayat, o kadar övülen ve tercih edilen bir yer değildir. Kişinin içeride kalması, kendiyle kalması, kendi başınalığı onun eksikliğini gösterir. “Idiot” kelimesi de biraz bununla ilgilidir; toplum içinde yer almaması nedeniyle eksikliğini ifade eder. “Zoe”, çıplak hayat, keza insanın tam olarak insan olmayan, yer yer hayvani yanını sembolize eder. “Zoe”de kalma, sizin yok edilme ihtimalinizi artırır çünkü insan olmaklığınız bu noktada düşüktür. Agamben’in Kutsal İnsan’da vurguladığı gibi, çıplak hayat iktidarın gücünü uyguladığı ve insanı vatandaşa dönüştürdüğü alanları ifade eder. Tersine, dışarısı, “bios” ise toplumsal özgürlüğü, vatandaşlığı, nitelikli hayatı, diğerleriyle temas edilen alanı, kısacası canlılığı ve yaşamı içerir. Dışarı çıkmak ya da itilmek, bir yandan siyasi canlı olmayı, bir yandan da otoritenin boyunduruğu altına girmeyi ifade eder. O yüzden evde başlayan hikayenin büyümesi, yeni mekânlara açılırken çeşitli sorunları, çekişmeleri ve uyuşmazlıkları da içinde barındırır. İnsanın diğeriyle teması, birlikte kurduğu ortak alanlar, şekillendirdiği yapılar medeniyet dediğimiz ilişkiler bütününü şekillendirir. Bu durum, çeşitli zorlamaları ve dayatmaları içinde barındırır. İnsan olmak, evin dışına çıkmak, oldukça zorlayıcıdır. Dolayısıyla dönüp dolaşıp eve geri dönüş, içeriye sığınış ve kapanış bir döngünün parçasıdır. Gün biter, ilişkiler bozulur, medeniyetler çöker ve en baştan yeniden başlarsınız. İçeriden…
Psikoloji alanına odaklanmış okuyucunun ilgisini çekmek ve bu yayın organının asıl konusunu oluşturan bilişsel ilişkilerin toplumsal yansımalarına değinmek adına, bu başlangıçların ve yeniden başlangıçların altını çizmek gerekebilir. Ev içinde şekillenmiş sorunların dışarıya yansıması, ev içi hiyerarşinin, -örneğin baba rolünün ya da anne-baba ilişkisine dair dertlerin- örneğin Oidipus kompleksinin toplumsal ilişkileri açıklama yönündeki eğilimi güçlenmektedir. Diğer bir deyişle, felsefeden dine, oradan sosyolojiye doğru ilerleyen düşünce tarihi, psikoloji biliminin etkisiyle bireyi yeniden tanımlarken bireysel olanla toplumsal olan arasındaki bağlantıları daha fazla ciddiye almıştır. Modern dönemin gelişmeye başladığı, sanayi toplumu ilişkilerinin belirleyici olduğu dönemlerle birlikte “dışarı” hep önemliydi. Siyasal hayat, çalışma hayatı ve eğitim gibi toplumu şekillendiren kurumların kökleri ise yine içerideydi. Evin önemi ve buradan bağlantılı çocukluk hikâyeleri, sadece edebiyatın konusu olmaktan çıkıp sosyal bilimlerin belirleyici unsuru olmaya başladı. Sosyal psikoloji ve siyasal psikoloji gibi kesişim kümeleri önem kazandı. İnsan davranışının yalnızca güç ve iktidar ilişkileri içinde, kurumsal yapılar ve toplumsal ilişkiler tarafından değil de grup içindeki birebir ilişkiler tarafından da şekillendirildiği açıkça kabul ediliyor. Hatta yakın dönemde, yaşadığımız onyıllarda, psikoloji ekseninin fazlasıyla önem kazandığını ve bu kez belirleyici olanın kişisel hayata doğru kaydığını söyleyebiliriz. Felsefenin ve sosyolojinin yıpranması ya da yanlış bağlamlarda ele alınması gibi (herhangi bir konuyu karmaşık ele almak “felsefi takılmak”, “felsefe yapmak” olmadığı gibi, “bu işin sosyolojisine bakalım” lafı da hiçbir anlam ifade etmez) her can sıkıntısının, sinir bozukluğunun ya da kriz anının “psikolojim bozuldu” diye ifade edilmesi bu bilimi gölgeliyor. Psikolojinin sadece bunalım ve çocukluk dertleriyle sınırlı olmadığını hatırlatmak gerekiyor belki.
Foucault’nun iktidar ve özne, Deleuze ve Guattari’nin şizofreni analizleri, feministlerin özel olanın politik olduğu tespiti ve ev içi iktidar ilişkilerine eleştirel yaklaşımı ile kişisel alan ve ev çoğunlukla sorunlu bir yer olarak kodlanmaya devam etti. İnsanın kendi kendineliği ile toplumsal birlikteliği eşleştirme çabası, hep sıkıntılı kesişimlere gebe oldu. Sartre’ın söylediği gibi, “başkaları cehennem” idi. Bu kez o cehennemden, başkalarından kaçış için saklandığımız içeri, ev, özümüz ne derecede cennetti? Öz ve biçim arasındaki uyum ve denge, Aristoteles’ten bu yana aranan idealdir. Belki psikoloji bilimi, benim pek alanım olmadığı için detayları bilmemekle birlikte, gördüğüm kadarıyla burada devreye giriyor: Öze dair sorunların kaynağı ile yüzleşmek ve onları tetikleyen unsurları azaltmak. Bu özde, evin de belirleyici bir konumu var. Bu açıdan ev, nasıl biçimleniyor, özle ne kadar uyumlu, soruları devreye giriyor. Temel düzeyde ilişkilerin örüldüğü, kurulduğu yer olarak ev, özü ve biçimi etkileyen bir alan.
Bu durum benim çalışma konum olan, siyaset ve onun bilimsel analizleri için de geçerli. Siyaset, sorun, çıkar, kötülük, acımasız bir rekabet alanı gibi görülebilir. Esasen siyasal özneler kötüyse, sadece kişisel çıkar peşinde koşuyorsa, diğerlerinin kötülüğü üzerinden bir düzen arayışındaysa, evet siyaset budur. Ama insan doğasına dair kötümser tespitler, tek başına bütün resmi açıklamıyor. İnsan doğasının iyi veya kötü olduğuna dair farklı ekollerin farklı yaklaşımları olmuştur. İnsan özüne dair, metaller metaforundan erdemlilik göstergelerine kadar tarihsel süreçte farklı düşünürlerin tespitleri vardı. Modern siyasal düşünceler de bu tespitlerden fazlasıyla etkilendi. İnsanın günahkâr doğduğu, yoldan çıkma eğiliminin olduğu ve o yüzden kontrol edilmek, yönetilmek zorunda olduğu fikri, Ortaçağ boyunca kilise hakimiyetinin ya da dinsel anlatının temellerinden oldu. Aydınlanma fikri ise bunun karşısında insanın akıl aracılığıyla dünyayı anlayabileceği ve değiştirebileceği tezini geliştirdi. Bunun devamında yönetilmek yerine birlikte yönetmek, egemen gücün kaynağının halk olması gerektiğine dair fikirler, aydınlanma düşüncesinin çerçevesini oluşturdu. Bu durum da bireye bakışta köklü bir dönüşüm anlamına geliyordu ki modern düşünce insanın merkezde olduğu bir bakış açısını bu şekilde kurdu. Tabii ki siyasalın yeni öznesi insanın ne olduğu yine yeniden farklı şekilde anlaşıldı.
Liberaller için kişisel çıkar peşinde koşmak kötü bir şey değil ve bunları uyumlulaştırmak mümkündür. Kişisel alandaki özgürlükleri ve devamında piyasadaki tercih özgürlüğünü koruyacak bir hukuk sistemi içinde mutlu olmak mümkündür. Mutluluk arayışı, tipik liberal bir argümandır. Liberaller bu arayışın barışçıl bir rekabetle olabileceğini öngörür ya da umut eder. Ama genellikle öyle olmaz, sürece müdahale eden başkaları vardır ki müdahale oldukça anti-liberal bir kavramdır. Ev bir yandan bu müdahalelerin başladığı ilk yerlerden biridir. Anne ve babanın müdahalesi, geleneğin korunma isteği, sistemin hızlı değişmemesi tipik muhafazakar unsurlardır. Bu açıdan ev muhafazakar bir yerdir; pazar yeri ise liberal. Liberallerin önceleri karşı çıktığı, “ben rasyonelim, kendi yolumu bulabilirim” diye başkaldırdığı muhafazakâr düzenle zaman içinde uyumlulaştığı görülür. Çünkü artık düzen kurulmuş ve ehil olana teslim edilmiştir. Akıl aracılığıyla kurulu düzeni fazla kurcalamamak gerekir. Ama burada akıl, burjuva, bireyin aklıdır; pazarda tercih yapan, iyiyi kötüyü tercih edebilen ve bu şekilde dengeyi bulduğu varsayılan. Muhafazakar-liberal dengesini bozan başka bir müdahale, dünyayı değiştirme eğilimindeki bir başka güçten gelir. Emekçiler… Liberallerin rasyonel düzen dediği sabitlik, sosyalistler için yabancılaşma yaratır; ürettiğin dünya artık senin değildir. Ona yabancısındır. Liberallerin bireye odaklandığı yerde sosyalistler topluma odaklanır. Kötülük ya da çıkar çatışması artık sınıfsaldır; ekonomik durumla ilgilidir. Kişinin kendine yabancılaşması ile yaşadığı/kurduğu topluma yabancılaşması arasında bir ilişki vardır elbet. Bu yabancılaşmayı aşacak şey, birlikte kurulacak yeni bir siyasal sistem mi yoksa herkesin kendi evine çekilmesi mi olacaktır? Gerginlik biraz da bununla ilgilidir.
Ev konseptine geri dönerek tamamlamak gerekirse, kurulu düzenin içinde özgürlük ev içinde bireysel alanlarda mı aranacak yoksa sokakta, alanlarda diğerleriyle birlikte mi? Evin alan genişleterek yurt, vatan konseptine dönüşmesi; iş yerlerinde çalışma ilişkilerinin bir “aile ortamı”na benzetilmesi; salgın hastalıktan kurtulmanın “evde kal”makla çözülmesi; iklim krizine dair acil çözüm önerilerinin “evimiz yanıyor” diye duyurulması, dolaylı olarak ev konseptinin canlandığı noktaları gösteriyor. Dolayısıyla diğerleriyle olan ilişkimiz kaçınılmaz biçimde eve temas ediyor.