top of page

HAFIZA

ŞEVVAL KARAHANCI

Hafıza, insanla kadim olana kurulan bir bağdır. İnsan varlığının zeminini bilinç dünyasına kattıklarıyla korur. Bu bilinç, kadim olanla bugüne bir köprü kurarak şekillenir. Fakat dijital çağda insan hafızasının önüne geçen materyallerin varlığı ile kültürel mirasın taşıyıcısı olan hafıza, gücünü ve etkisini tekil deneyimlere indirgemektedir. Hafıza birçok yönden ele alınabilir, ancak beni en çok etkileyen yönüyle hafızayı ele almak istiyorum: Mekânın hafızası.

 

Günümüz toplumunda mekân, basit, minimal, sade yaşam tarzı adı altında dijital çağın görsel kimliğine hizmet etmektedir. Kişinin bireysel kimliğini bastırarak başkalarının yaşam tarzını benimsemesi, kültürel hafızasına format atmak gibi bir şeydir. Geleneksel dokuların ve kültürel unsurların eksikliğiyle kişi, modern dünyanın sadeleşen, içeriği sadelik ve konfor adı altında hızla üretilen ve satılan ürünleri karşısında toplumun hafıza kaybına sebep olmaktadır. Sade tasarımların mekânlarda oluşturduğu nötr ambiyans ruh halimize dahi yansır. Oysa tarihsel bir dokuya sahip mekâna girdiğimizde mekânın hafızası bizi bambaşka bir ruh haline götürür ve hafızamızda bir aidiyet bilinci oluşturur. Ancak artık zihnimiz mekânın hafızasına ulaşacak kadar güçlü değil. Zihin dünyamız, sanal dünyanın varlığına hizmet etmenin telaşı içerisinde. Gün batımının renk geçişlerini saymayı bırakıp “Bunu hemen çekip yayınlamalıyım” diyerek hafızaya iş bırakılamayacak kadar telaş içerisindeyiz. Günü sonlandırırken hafızadan silinen o renk geçişinin güzelliği değil de dijital platformun akışında insanların ne tepki vereceği endişesiyle uykuya dalmayı bekliyoruz. Peki, bize kalan ne oldu? Gökyüzüne hakkını vererek bakabildim mi, renkleri hafızamda canlandırabildim mi tekrar, ya da Yaradanın yaratılana olan kudretini tefekkür edebildim mi? O anda kaldık, ama sanal dünyada. Sanal dünyamızda bir sanal tatminlik oluşturduk. Ne mekânın hafızasına erişebildik ne de duyularımızı o ana verebildik. Bize kalan sadece sanal birkaç kare oldu. Hafızanın kalıcı olarak ruh dünyamız içerisine yerleştireceği ne kadar güzellik varsa sanal aleme kaptırdık. Bu dijital ortamın bizde oluşturduğu kaygı, o anın içerisindeki güzelliği hafızamızda daha iyi yer edinsin diye çektiğimiz o yüzlerce fotoğrafın aslında gözden kaçan, hafızamıza engel olduğumuz bir araç haline gelmesiyle son buldu. Mekânın zihin dünyamızda uyandıracağı bireysel kimliği ya da toplumsal bağı gittikçe uzattık.

 

Gaston Bachelard’ın “Mekânın Poetikası”nda vurguladığı noktalardan biri de mekânı sadece fiziksel bir alan olarak görmek değil, insanların psikolojik ve duygusal hafızalarının saklandığı bir depo olarak değerlendirmektir. Ona göre mekânlar, bireylerin duygusal hafızalarının taşındığı ve geçmişin izlerinin saklandığı yerlerdir. Her oda, her koridor, her köşe bir hatıra ve içsel deneyimin yansımasıdır. Dijital çağın bize öğretisi en estetik kareyi nereden yakalayabileceğimizi düşünmek. Mekânın bize sunacağı güzellikten faydalanacağımızı düşünürken aslında ondan mahrum kalmayı hedef haline getiriyoruz.

Ben de bu yazıyı yazarken hafızamda yer edinen bir yerden yazmak istedim ve o noktaya geldim. O zamanlardaki ruh halime misafirliğe gelmiş gibi hissettim. Beni ağırladı ve her zaman oturduğu noktaya oturttu. O zamanki duygusal ve psikolojik durumumu hissettirdi. Mekân aynıydı ama ben değişmiştim. İyi ki de öyle olmuş dedim. “Ya mekân farklı olmasaydı, duygusal ve psikolojik olarak aynı kalsaydım?” diye düşündüm.

 

Çok sevdiğim bir filmde geçen bir replik geldi aklıma: “Olmak istediğin yerde değilsin, sana başka bir yerde olman gerekiyormuş gibi geliyor.” “Üstüne bastın.” “Diyelim ki parmağını şıklatacaksın ve istediğin yerde olacaksın. Bahse girelim, yine de böyle hissederdin, doğru yerde olmadığını. Önemli olan olmak istediğin yerde olamamayı çok takarak bulunduğun yerin tadını çıkarmaktan mahrum kalmamaktır.”

 

Mekânı ve hafızayı birbirinden ayırmak yerine bunları iç içe geçmiş iki halkaya benzetebiliriz. Mekân bireyin içsel dünyasının, hafızasının ve duygusal evreninin bir yansımasıdır. Hafıza yalnızca geçmişin hatırlanması değil, mekânların sürekli olarak yeniden şekillendirdiği ve yeniden ürettiği bir süreçtir. Mekânlar duygusal ve psikolojik hafızaların depolandığı, canlandığı ve yeniden yaşam bulduğu alanlardır. Örneğin, merkezi ısıtma sistemlerinin çıkmasıyla beraber eskiden olduğu gibi odun kırmak, kömür taşımak, sobayı yakmak ama yakarken iyi tutuşturmak ki soba tütmesin, ev duman altı olmasın diye bir sistem vardı. Kim ne kadar o arefeyi yaşadı bilmiyorum ama hafızamda sobanın etrafına toplanmak, üstünde mandalina kabuğu bırakıp kokunun tüm odayı kaplamasını beklemek, patates pişirmek ve üzerine güğüm bırakıp evde çeşitli işler için onun işlevinden yararlanmak gibi türlü türlü paradigmalar vardı. Şimdi merkezi ısıtma sisteminin varlığıyla herkes kendi köşesine çekiliyor ve bireysel yaşam paradigmasında hayatına devam ediyor. Oysa bazen büyükleri o kadar kıskanıyorum ki, bu anları bizden daha çok yaşadıkları için. Hep hafızalarında türlü türlü hikâyeler barındırır ve sobanın etrafında anlatırlardı. Hele elektrikler kesildiyse ve mum ışığına geçildiyse… O sohbete doyum olmazdı. Hafızamız şimdilerde saniyelik videolarda neden-sonuç ilişkisini kısa sürede alarak, ondan dopamini alıp bir diğer videoya geçerek oralarda deneyim kazanmaya çalışıyor. Kendine kalan deneyimin referansı da o birkaç saniyelik videodan ibaret oluyor ne yazık ki.

 

Bugün kendimizi yalnız hissetmemiz, panik atak, depresyon, ait olamama duygusunu hissetmemiz belki de hafızamızda bu anıların bize çok uzakta olması ya da bu anlardan ya da herhangi anıdan kendimizi mahrum etmemizden kaynaklıdır. Modern çağın tüm getirilerini reddedip daha da bir köşeye çekilmemiz anlamına gelmiyor tabii ki ama birbirimize daha çok zaman ayırmamız, empati, şefkat gibi duygularımızı özgürce yaşamamız, dostluklarımızı sıkılaştırmamız, ailemizle kaliteli vakit geçirmemiz mekânlarda bize aidiyet duygusunu hissettirebilir. Mekânın hafızasına hâkim olmak için kendimize ve sevdiklerimize bu şansı vermeliyiz.

bottom of page