top of page

Geçmİşİn İzİnde: Anılar, Kİmlİk ve Gerçeklİk

Fatma hacer uyan

Bazen en büyük anılar, en sıradan ve en basit anlarda gizlidir. Ne birliktelik, ne ayrılık, ne bir itiraf ne de bir uzaklık… Sadece paylaşılan ve içinde hiçbir şey ama aynı anda her şey barındıran anlar hayatı yaşanır kılar.

 

Gerçekte olmasının güç olduğunu düşündüğüm bazı olaylar, zihnimde süsleyip hayalini kurduğum görüntülerden daha büyüleyici, daha derin ve daha ışıltılı gerçekleşir. O akşam da öyleydi.

 

Kadife sesiyle beni hep gitmeyi arzuladığım çöl ikindisine ışınlayan, çıplak sesini canlı dinlemeyi çok istediğim Lena Chamamyan’ın konser çıkışında, sohbetinden her zaman keyif aldığım Rigerparemle yürüyorduk. Muhteşem şarkıların etkisiyle mest olmuşken hayranlığım saf bir çocuk mutluluğuna dönüşüyordu. Onun vakur duruşu, bana içsel bir huzur ve merhametle birleşmiş ihtişamı hatırlatıyordu. Mehtabın zarafeti ve sokak lambalarının alkışlar gibi coşkulu ışıkları arasında, aramızda fiziksel bir mesafe olmasına rağmen, gölgelerimiz sanki bir araya gelmişti.

İçimdeki huzursuzluk ve özlem, dışarıdaki soğuk akşamın aksine sıcak bir hisse dönüşmüştü. Yersiz yurtsuz hissettiğim zamanlarda o anın içindeki güven ve şefkat bana adeta bir vatan gibi gelmişti. Birkaç dakika süren bu anın hafızamda böylesine derin iz bırakmasını, günümün olumlu yönde ilerlemesine katkı sağlayacak kadar beni etkilemesini anlamak istiyorum.

 

Yaşadığımız çağın aceleciliği içinde hafızaya kazınan anları korumak, onların izlerini barındırabilmek ne kadar mümkün? Nedir hafıza? Günlük yaşantımızı nasıl etkiler? Karar anlarında bizi yönlendiren hafızamız mıdır, yoksa şekil aldığımız kimlik hafızaya neyin kaydedileceğini mi belirler? Kim olduğumuzu anlamlandırmak için hafızaya kaydedilenlerin önemi nedir?

 

En genel tanımıyla bellek olarak kayıtlara geçmiş olan hafıza, “bilginin, yaşanmışlıkların veri olarak akla kaydedildiği ve hayatın sürdürülebilirliğini sağlayan mekanizma” şeklinde tanımlanır. Marcel Proust, “Swann’ların Tarafı” kitabında bu tanımı derinleştirerek şöyle der:

 

“Hayat, hadiseler arasında sürekli yeni ipler örmektedir. Ve bu ipler kumaşı germek için çiftlenmektedir. Bundan dolayı geçmişimizin en düşük noktası ile diğerleri arasında hatıraların zengin ağı, bize sadece bağlantı yollarına izin vermektedir.”

Bu ifade, hafızanın uçsuz bucaksız yapısını ve en derinde bulunanın en yüzeydekiyle nasıl bağlantılı olduğunu vurgular. Peki ya biz, hafızamızın bu güçlü mekanizması içinde yaşadığımız anı gerçekten ne kadar yaşayabiliyoruz? Hafıza sadece geçmişi saklayan bir arşiv mi, yoksa içinde bulunduğumuz anı da şekillendiriyor mu? Yaşamak ve hissetmek için önce hafızaya dokunmak mı gerekiyor?

 

Walter Benjamin, hatırlamanın içselleşmiş varoluşun bütün gücünün kaynağı olduğunu söyler. Hafıza sadece geçmişi hatırlamak değildir, aynı zamanda kimliğimizin ve varoluşumuzun da bir parçasıdır. Zihnimizdeki hatıralar yaşamı algılama şeklimizi etkiler, bizi biz yapan özü oluşturur. Bu noktada bilinçli hatırlama ve anlamlandırma süreci devreye girer: Hafıza mı, şuur mu? Hatırlamak mı, düşünüp anlamlandırmak mı?

 

Bu sorulara yanıt ararken hafıza ile birlikte hatırlama, hatıra ve hatırlatıcı kavramlarını da ele almak gerekir. Hafıza kelimesi Arapça “hıfz” kökünden türemiştir, yani zihne kaydetme, ezberleme, hatırda tutma kuvveti anlamına gelir. Arapçadaki karşılığı ise zikr kökünden türeyen zakire (hatırlatan mekanizma), tezekkür (hatırlama eylemi), zikreyat (hatıralar) ve tezkire (hatırlananların aktarılması) gibi kelimelerle ifade edilir.

 

Buradan hareketle hafızanın yalnızca bilgi depolayan bir yer değil, aynı zamanda bir ilişkilendirme ve anlamlandırma ağı olduğu ortaya çıkar. Bir anıyı zihnimizde yeniden canlandırmak, o anın bize hissettirdiklerini bugüne taşımak, onları yeni anlamlarla dokumak… Tıpkı o akşam yaşadığım kısa ama derin huzurun, bugün burada bu satırları yazdırması gibi.

 

Lusin Dink, “Saroyanland Ülkesi” belgeselinde “Hafıza, hayal gücüdür. Gördüklerin ve hatırladıkların asla olanın kendisi değildir. Asıl olan tüm bunların sende nasıl anlamlandığıdır.” der. Gerçeklik, iç dünyamızda nasıl şekillendiğimizle ilgilidir. Beynimiz geçmiş olayları yeniden biçimlendirebilir, aynı olayı farklı şekillerde hatırlayabiliriz.

 

Bütün bunları düşündüğümde hafıza insana bahşedilmiş harika bir mekanizma gibi geliyor. Yalnızca geçmişi değil, geleceği de şekillendiriyor. İnsan, varlığı gereği hakikati arar ve bu arayış bilgiyle, bilinçle ve inançla sürer. Hakikate ulaşmak ise ancak bütüncül bir bakış açısıyla mümkündür. Hafıza, bu yolculuğun en büyük rehberlerinden biridir.

 

Sonuç olarak hafıza, sadece geçmişi saklayan bir depo değil, kim olduğumuzun haritasıdır. İçinde kayboldukça aslında kendimize varırız. Ve belki de hakikate ulaşmanın yolu, hatırladıklarımızla yüzleşmekten geçer.

bottom of page