
Günün BİRİ
TUĞBA GÜRSOY
Ne zaman kendinle konuşmak istediğini ayan beyan fark etsen, içinde melankolik bir suskunluk zuhur eder oldu. Kendine bir mektup yazıp onu yakacak cesaretin bile kalmamıştı. Sanki düşündüklerin, hissettiklerin, içinde boğuşup durdukların gün ışığıyla denkleştiği anda toz ve toprakla kaplanacak ve güneşin keskin ışığıyla koca bir ormanı yakabilecek güce sahip cam parçasına dönüşecekti. Korktun. Seni hayata bağlayan ağaçları yakmaktan korktun. Korktun; ama korkunun içini kapladığı bütüne yazıklanacak halin yoktu. Katlandığın hiçbir şeye yazıklanacak değildin. Seni senden götürüp sonra yine kendine getiren bu korkuya vah vahlanıp ne yapacaktın? Sarsıntılarla yüzleşip sonra unutulmaya terk edilmenin ya da sana farkındalık armağanları sunmayacak bir korkunun yazıklanmaya değmeyeceğini biliyordun. Yazıklanacak tek şey yazıklanmanın ta kendisiydi. Yine de sen hafızanı yokladın, ağzından çıkan sözlerin kendine dair bir yansıma olduğunu fark ettiğin an kendine dair içinde tutamadığın ifşaları tek tek yakalamaya başladın. Her yakaladığın gerçeklikte kendine koşmaya çalışırken ipini bir tahta parçasına taktırıp yok olmaya hızlıca razı gelmiş bir atkı gibi hissettin.
Kendi üzerine çarpıp kaçtığın kaçıncı kapıydı bu, kendine araladığın kaçıncı kapıda kendine gelebildin? Kendine dön, düşün, kendi varlığından habersiz olduğun kaç zaman atlattın da derdine vakıf olmadığına gafil avlandığında aldandın, sonra da aldandığınla kaldın? Tüm yaşadıklarını uyuşturup bir vapurda yolculuk yapmanın, rüzgârın ılık ılık üzerine salındığı saatlerde yürümenin, itinayla çırptığın havuçlu keke boca ettiğin tarçının, taşmadan hemen önce ateşten aldığın kahvenin, binbir farklı duyguyla yaptığın binbir farklı anının içinde boğulmak istedin ve su yuttuğunla kaldın. Hayat ne kendinden gitmene izin verdi ne de kendinde kaybolmana.
Sonra, başka bir gün sana yine rastladım. Elindeki balonu kaçırmış çocuk gibi zamanı kaçırıyordun. Buna rağmen soluklanmak için tüm aidiyetsizliğinle bir bankta oturdun; aidiyetsizliğini başını ellerinin arasında alıp mahcup bir biçimde eğdiğinde fark etmiştim. Tamamlanacak bir anlamın peşinde değildin. Normalliğin korkutucu ve deliliği andırdığı bir dünyada sıradanlığa duyduğun özlemi ihtiyatla içinde saklıyordun. Kalbinin işittiği her şeyde usanmadan aradığın anlam dehlizlerini yüzünü mesken edinmiş kırışıklıklarında bulmuştum. Ama anlam arayışın yüzleşmekten kaçtığın korkunla da iç içeydi; yazıklanmak yerine korkularınla yüzleşmeliydin. Bir zamanlar Hesse, ‘’Yazıklanılacak bir şey yoktu, geçip gitmiş hiçbir şeye yazıklanmamak gerekiyordu. Yazıklanılacak tek şey şimdi’ydi, bugün’dü; yitirdiğim, sadece edilgen bir tutumla katlandığım, bana ne armağanlar sunmuş, ne beni fazla sarsmış bu sayısız saatler ve günlerdi.’’ demişti ve sen, korkularınla yüzleştiğin an bunu kavrayacaktın. Kendin hakkında çekingenlikle zihninden geçirdiğin şüphelerinle yüzleşme cesaretin olsaydı tüm yanılgılarını sathi bir algıya hapsederek seyre dalardın. Sevdiğin bir gün seni bırakır gider de sen de ona atfettiklerinle baş başa kalmak zorunda olursun diye çok korkmazdın. Yaşamda acıdan kaçınmanın mümkün olmadığını göz önüne alarak şu gerçeği kavranmalıydın: İnsan olumsuz yaşantıları ve duyguları göz ardı ederek ya da onları değiştirmeye çalışarak, yani yaşantısal kaçınmaya sığınarak kendinden uzaklaşır. Neyin ne olduğunu idrak edebilmek için başına gelene gerçekten temas etmeli ve onun içinden geçmeliydin. Bu söylediklerim sana Bab'Aziz’in sesini anımsatmıştı:
‘’Eğer bir bebeğe, zifiri karanlıkta, anne karnında şöyle denseydi:
-Dışarıda ışığın dünyası var; yüksek dağları, muntazam denizleri, engebeli düzlükleri, çiçek açan muhteşem bahçeleri, nehirleri, yıldızlarla dolu seması ve parlayan güneşiyle... Ve sen, tüm bu ihtişama rağmen burada, karanlıklar arasındasın.
Doğmamış sabi, bu ihtişam hakkında hiçbir şey bilmez ve hiçbirine inanmazdı. Tıpkı bizim ölümle karşılaşmamız gibi.’’
Anlıyorsun artık değil mi? Tıpkı anne karnındaki bebeğin ışığı bilmemesi gibi, biz de hakikati ancak onun içine doğarak idrak edebiliriz. İnsan aklı, dışarıdan baktığı müddetçe yalnızca tahminde bulunur ancak gerçekten anlamak için deneyimin içinde yanmalıdır. Ve bu yüzdendir ki insanlar bir mum alevinin önündeki üç pervane gibidirler: İlki aleve yaklaşır ve şöyle der: “Ben aşkı biliyorum.”
İkincisinin kanatları aleve değer, “Aşkın ateşinin nasıl yaktığını ben bilirim,” der. Üçüncüsü tereddütsüz kendini ateşin kalbine bırakır ve ateş onu eritir. Yalnızca o bilir gerçekten aşkın ne olduğunu; çünkü hakikat, dışarıdan bakarak değil, içine düşerek kavrayacağımız bir gerçekliktir. Ve belki de işte bu yüzden bulunduğun anların derinliğine inerek onları yaşamalı ve içinde kaybolmalısın. Çünkü gerçekliğin ne düşüncelerinin geçmişinde ne de geleceğinde. Gerçekliğin, her bir damlasıyla içine işleyen deneyiminin içinde.
Ben ise senin sırtındaki yağmur suyuyum; bir damla, bir anlık bir iz, ancak sızıp gidiyorum. Beklentilerimle değil, olanlarla var oluyorum. Sobanın kenarına mayışmış bir kediye sunduğun şefkatli bir bakışındayım. Ağaçlarda Tanrı'nın izini arayan ruhunu soluyorum. Seni gözleyecek kadar dışarıda, kendime tanıklık edebilecek kadar da içerdeyim. Her şeyinde bir parça var olup bin parça yok oluyorum.
Ben senin hafızanım.