top of page

Ev İÇİ ŞİDDET

sELİN ÜLKÜDEN

Ev, kimileri için hayattan kaçıp sığınabilecekleri huzurlu bir limandır; kimileri içinse gitmemek için bin bir çaba gösterdikleri bir zindan. Kimi için rahatlama ve güvenin adresiyken kimi için acı ve korkunun kaynağıdır. Hepimizin evini huzurun simgesi olarak görebilmesini temenni ederiz. Ancak bu yazımda evi kendine zindan olanlardan ve ev içi şiddetin gölgesinde yaşayanlardan bahsedeceğim.

 

Şiddet, her toplumda var olan ve mağdurlarının sayısının giderek arttığını duyduğumuz evrensel bir sorundur. Televizyonu her açtığımızda haber bültenlerinde birden fazla şiddet vakasına tanık oluyoruz. Peki, bu artış medyanın şiddeti daha görünür hale getirmesinden mi kaynaklanıyor, yoksa değişen toplumsal yapının bir yansıması mı? Bunun kesin cevabını vermek zor. Bu yazıda ise özellikle ev içi şiddet konusuna odaklanarak bu olguyu farklı başlıklar altında ele alacağız.

 

Öncelikle şiddet, bir kişinin başka bir kişiye fiziksel acı vermek veya yaralamak amacıyla gerçekleştirdiği davranışlardır. Şiddetle sıklıkla karıştırılan bazı kavramlara da açıklık getirmek faydalı olacaktır: Suistimal, bir kişiyi fiziksel olarak kötüye kullanma davranışıdır. Saldırganlık ise bir hedefe yönelen, genellikle öfke veya hiddetle tetiklenen, birine ya da kişinin kendisine zarar vermeyi veya acı çektirmeyi amaçlayan bir güç gösterisidir. Bu kavramların doğru şekilde kullanılması, anlatılanların daha iyi anlaşılmasına katkı sağlar.

 

Ev içi şiddeti farklı alt başlıklara ayırabiliriz: fiziksel şiddet, cinsel şiddet, psikolojik şiddet, duygusal istismar, ihmal ve ekonomik istismar. Toplumumuzda en çok dikkat çeken fiziksel şiddet olsa da diğer türler de bireyi şiddet mağduru yapar ve göz ardı edilmemelidir. Şiddetin farklı yüzleri her toplumda varlığını sürdürürken neden hala bu kadar yaygın ve çözümsüz bir sorun olarak karşımıza çıkıyor? Bu sorunun yanıtını aramaya öncelikle toplumsal dinamikleri inceleyerek başlayalım.

Ataerkil toplum yapılarında ev içi şiddet genellikle gizli bir sorun olarak kalır. Şiddetin failleri sıklıkla erkekler, mağdurları ise kadınlar ve çocuklar gibi savunmasız gruplar olur. Mağdurlar, damgalanma korkusu, utanç, kendini suçlama, şiddeti normalleştirme veya ekonomik bağımsızlık eksikliği gibi sebeplerle bu durumu açıklamakta zorluk çekerler. Bazen de durumu ifşa ettiklerinde daha fazla şiddete maruz kalmaktan korkarlar. Bazı toplumlarda bireylerin üzerindeki kontrolü sağlamak amacıyla şiddet örtük ya da açık şekilde meşrulaştırılabilir. Mağdurlar, dini ve sosyal öğretilerin etkisiyle belirli bir noktaya kadar güç ve otoriteye boyun eğmeyi içselleştirmiş olabilir. Ancak bu, bireyin temel haklarının ihlali anlamına gelir ve toplumsal yapılarla mücadele etmeyi gerektirir.

 

En büyük sorunlardan biri mağdurlarda öğrenilmiş çaresizlik kavramının varlığıdır. Birey, toplumsal cinsiyet rolleri nedeniyle çaresiz olmayı öğrenebilir ve şiddetle karşılaştığında kaçma ya da baş etme davranışı sergileyemez. Bu durum, şiddet uygulayanın kontrolü arttırmasına olanak tanır çünkü karşısında direnç gösterebilecek biri olmadığını düşünür. Şiddet mağduru kişi, yalnızca öğrenilmiş çaresizlikten değil, sevdiği birinin kendisine zarar vermesinin yarattığı şok etkisiyle de tepkisiz kalabilir. Partneriyle olan ilişkinin sorumluluğunu tamamen kendi üzerine alabilir ve başarısızlığın kendisinden kaynaklandığını düşünebilir. İlişkisinin olumlu yönlerini hatırlayarak veya çocuklarının geleceğini düşünerek durumu görmezden gelmeye çalışabilir. Şiddet uygulayan kişi bir daha yapmayacağına dair söz verdiğinde mağdur bu ilişkiyi sürdürmeye meyilli olabilir. Ancak bu durum genelde kronik şiddet döngüsünün başlangıcıdır. Zamanla şiddet uygulayan kişi bilinçsizce bile şiddet gösterebilir, mağdur ise ailesini ya da ilişkiyi terk etmeme eğiliminde olabilir. Bu döngüyü kırmak için hem bireysel hem de toplumsal düzeyde farkındalık arttırıcı ve destekleyici adımlar atılmalıdır.

Ev içi şiddetin başlıca nedenleri arasında ataerkil toplum yapısında bireylerin rollerini yanlış anlamlandırması (erkeğin ya da kadının bu cinsiyete sahip olduğu için kendinde bunu hak görmesi gibi), eğitimsizlik ve mağdurun ekonomik bağımsızlığının ya da gidecek yerinin olmaması yer alır. Maddi sorunlar, toplumsal sınıf fark etmeksizin şiddetin en önemli nedeni olarak karşımıza çıkar. Ayrıca, kadınların mesleki veya sosyal anlamda daha üst bir konumda olması bazı erkekler için bir tehdit olarak algılanabilir ve bu durum şiddet riskini artırabilir. Hamilelik gibi özel durumlar dahi bazı şiddet faillerini durdurmaz. Şiddet faili bireyler genellikle toplum içinde normal görülen, sosyal çevreyle uyumlu kişiler gibi algılansa da alkol bağımlılığı, işsizlik gibi sorunlar bu kişilerin yaşamlarında sıkça yer alabilir. Şiddet mağdurları her sosyoekonomik veya eğitim düzeyinden gelebilir. Ancak, bazı özellikler daha sık gözlemlenir: düşük eğitim veya gelir düzeyi, problemli evlilikler, boşanmış veya boşanma sürecinde olmak, geçmişte şiddet görmüş olmak ve çocuklarına ya da çevresindeki diğer kişilere şiddet uygulama eğilimi göstermek.

 

Toplum genelde ev içerisinde meydana gelen şiddet olaylarına karşı yeterince caydırıcı bir tutum sergilemez. Bazı kültürlerde mağdur, toplumsal beklentileri karşılayamadığı (örneğin, ev işlerini yeterince iyi yapamadığı) gerekçesiyle suçlanır ve şiddeti hak ettiği ileri sürülebilir. Bu durum, mağdurun yakın çevresinde de etkisini gösterir; caydırıcı bir yaklaşım yerine fail yalnızca uyarılır ya da ayıplanır. Ataerkil toplum yapılarında erkekler, gücün ve otoritenin sahibi olarak algılanır ve aile bireylerini kendilerine bağımlı ya da kendi kontrolleri altında olan kişiler gibi görebilirler. Bu algı, erkeğin istediği davranışı görmediğinde şiddeti bir hak olarak görmesine zemin hazırlayabilir. Türkiye gibi toplumlarda "namus" kavramı da bu güç ilişkisi çerçevesinde şekillenir. Kadının bireysel hak ve özgürlüklerinden bağımsız olarak namus, ailenin ya da eşinin kontrolüne atfedilir. Kültürel geleneklerden kaynaklanan bazı söylem ve uygulamalar bu algıyı destekler. Örneğin, "Gelinlikle girilen evden kefenle çıkılır" ya da "Kızını dövmeyen dizini döver" gibi atasözleri, kadına yönelik şiddeti normalleştiren toplumsal bir bilinçaltını ortaya koyar.

Hala başlık parası, kadın sünneti, bekaret kontrolü ve kadınların zorla kapanmaya zorlanması gibi uygulamaların var olduğu toplumlar, bu tür normlarla şiddeti meşru hale getirir. Bu yaklaşımlar, bireylerin temel insan haklarının ihlaline yol açar ve çözüm için kültürel dönüşüm gereklidir.

 

Toplumda aynı zamanda erkekler üzerinde de uygulanan şiddet türleri vardır. Erkeklerden güçlü, duygularını gizleyen ve her durumda dayanıklı olmaları beklentisi, yaşanan herhangi bir şiddeti dile getirmelerini zorlaştırabilir. Hakaret, aşağılama, duygusal manipülasyon, sosyal çevreden izole etme ve tehdit gibi davranışlar, erkeklerin de karşılaşabileceği yaygın şiddet biçimlerindendir. Özellikle ilişkilerde ortaya çıkan kontrol edici tutumlar ve duygusal baskılar, bireylerin benlik saygısını ve ruh sağlığını olumsuz etkileyebilir. Psikolojik şiddetin cinsiyet fark etmeksizin herkesin başına gelebileceği gerçeği, bu konunun daha açık bir şekilde ele alınmasını gerektirir. Mağdurların yaşadıkları durumu kabul edebilmesi ve destek arayabilmesi için toplumsal kalıp yargılarla mücadele edilmeli, farkındalık artırılmalı ve destek mekanizmaları güçlendirilmelidir. Her birey, yaşadığı şiddetten bağımsız olarak, sağlıklı ve güvenli bir yaşamı hak eder.

 

 

Ev içi şiddet yalnızca yetişkin bireyleri etkilemekle kalmaz, çocuklar da bu durumun mağduru olabilir. Çocuklar toplumun veya ebeveynlerin onaylamadığı bir davranış sergilediklerinde fiziksel cezalandırmaya maruz kalabilirler. Çocuğun kişiliği ve dünya görüşü üzerinde derin etkiler bırakan bu ceza biçimi, çocuğun şiddeti bir çözüm yolu veya haklı bir davranış biçimi olarak benimsemesine neden olabilir. Özellikle kızgınlık, hayal kırıklığı ya da yorgunluk gibi durumlarda şiddeti normalleştirme eğilimi oluşabilir. Her şiddet bulunan ailede yetişen çocuk gelecekte şiddet uygulayacak veya şiddeti kabul edecek diye bir genelleme yapılamaz. Ancak bu durum, ailenin dinamikleri ve çocuğun erken yaşta maruz kaldığı davranış kalıplarına bağlı olarak şekillenir. Çocuklar, küçük yaşta öğrendikleri davranışları ilerleyen yaşlarda tekrar etme eğiliminde olurlar.

Erkek çocukları öğrendiği şiddeti ilerde eşine veya çocuklarına uygulayabilmekte, kız çocuk ise baba evinde gördüğü ve içselleştirdiği şiddeti eşi ile de yaşayınca olağan karşılayabilmektedir. Bu yüzden de ebeveynin şiddete maruz kalması çocuğun şiddete maruz kalma olasılığını arttırmaktadır. Bunun yanı sıra, toplumda "ağaç yaşken eğilir" anlayışıyla çocuğun kontrol edilmesi amacıyla şiddet uygulanması teşvik edilebilir ya da kabul edilebilir bir davranış olarak görülebilir. Bu yaklaşım, çocukların gelişimini olumsuz yönde etkiler ve şiddetin nesiller arası aktarımına katkıda bulunur. Ev içi şiddet kavramını en sık duyduğumuz dönemlerden biri de COVID-19 pandemisi ve buna bağlı eve kapanma süreçleriydi. Bu dönemde, dünya genelinde ev içi şiddet vakalarında ciddi bir artış yaşandığı gözlemlendi. Hatta, İtalya ve Fransa gibi ülkelerde artan vakalar nedeniyle bazı oteller sığınak olarak hizmet vermeye başladı. Pandemi döneminde şiddet vakalarının artmasında birden fazla faktör etkili olmuştur. Şiddet uygulayan partner veya eşle aynı evde kısıtlı kalmak zorunda olmak, genel bir salgın korkusu ve belirsizlik hali, işsizlik ve ekonomik sıkıntıların artışı, bunların getirdiği psikolojik sorunlar, sağlık hizmetlerine erişimde yaşanan zorluklar ve sosyal izolasyondan kaynaklanan alkol ile uyuşturucu madde kullanımındaki artış bu süreçte ev içi şiddetin yaygınlaşmasında önemli rol oynamıştır. Bu dönemde birçok insan için ev, güvenli bir sığınak olmaktan çıkıp bir risk alanına dönüşmüştür. Bu durum, toplumda ev içi şiddetle mücadele mekanizmalarının güçlendirilmesi ve bu tür olağanüstü durumlarda mağdurlara yönelik acil destek sistemlerinin oluşturulmasının ne kadar önemli olduğunu bir kez daha göstermiştir.

 

İnsanların boş zamanlarını kaliteli geçirmek için başvurduğu kitaplarda dahi şiddet temasının oldukça yaygın olduğunu görürüz. Toplumun bir yansıması olan bu eserlerde şiddetin açıkça var olması, toplumsal yaşantıda şiddetin normalleşmesine ve bir döngü oluşmasına neden olabilir. Özellikle 19. yüzyıldaki aile yapısını yansıtan edebi eserlerde, cariyelerin sıkça şiddete maruz kaldığı, taciz ve tecavüz gibi korkunç olaylarla karşılaştığı görülmektedir.

Samipaşazade Sezai’nin “Düğün” adlı hikayesinde, evin beyi Behçet tarafından duygusal ve fiziksel istismara uğrayan cariye Dilsitan’ın trajik öyküsü buna bir örnek oluşturur. Benzer şekilde, Namık Kemal’in “İntibah” eserinde, kendisini aldattığını düşündüğü cariyesi Dilaşub’u öldüresiye döven Ali Bey karakteri de bu tür bir şiddet davranışını gözler önüne serer. Halikarnas Balıkçısı’nın “Aganta Burina Burinata” eserinde ise bir babanın, oğlunun deniz tutkusunu bastırmak için ona uyguladığı psikolojik baskıya tanık oluruz. Orhan Kemal’in “Bir Filiz Vardı” adlı romanında ise işyerinde patronunun tacizine uğrayan ve babasının baskısıyla onunla evlenmek zorunda kalan bir kadının hikayesi, toplumun kadına yönelik baskıcı yaklaşımını derinlemesine işler. Bu eserlerde kadın karakterler de şiddet uygulayıcı olabilir. Özellikle üvey anne figürleri, üvey çocuklarına yönelik fiziksel ve psikolojik şiddetle tasvir edilirken, erkeklerin kendi öz çocuklarına şiddet uyguladığı senaryolara da sıklıkla rastlanır. Ancak, şiddet eylemlerini gerçekleştiren karakterler genellikle ahlaki açıdan yozlaşmış, sevgisiz, kıskanç veya zorba olarak tasvir edilir; yazarlar bu şekilde şiddeti eleştirirken karakterlerin davranışlarını da sorgular. Buna rağmen cinsiyetçi normların etkisi hissedilir: Erkekler mert, cesur ve korkusuz olarak idealize edilirken kadınlar sessiz, uysal ve “hanım kız” olmaya teşvik edilir.

 

Edebiyatın yanı sıra, diziler, filmler ve hatta reklamlar gibi görsel medya da insanları şiddet içerikleriyle karşı karşıya bırakmaktadır. Günümüzde bir akşam rastgele televizyon açıldığında şiddet içermeyen bir dizi ya da film bulmak neredeyse imkansızdır. Sosyal medya platformları üzerinden erişilen ücretli içeriklerde de şiddet yaygın bir temadır. Şiddet içeriği bulunmasa bile kadınların sıklıkla birer cinsel obje olarak yansıtıldığını görmekteyiz. Özellikle dinlediğimiz şarkılarda kadın bedeninin alınan ya da verilen bir nesne gibi tasvir edilmesi ve bu şarkıların yılın en çok dinlenenleri arasında yer alması ciddi bir risk oluşturmaktadır.

Kitaplarda, izlediğimiz içeriklerde ve hatta şarkılarda sıklıkla karşılaştığımız bu şiddet ve objeleştirme, toplumda bu davranışların normalleşmesine ve uygulanma oranlarının artmasına yol açabilir. Gençler izledikleri içeriklere özenerek ilişkilerinde ya da davranışlarında bu örnekleri model alabilirler. Bu durum, toplumsal değerlerin aşama aşama yozlaşmasına katkıda bulunur.

 

Toplumun ataerkil bakış açısında ısrarcı olması, şiddet mağdurlarının yaşamlarını daha da zorlaştırmaktadır. Kadınlar hukuki alanda birçok hak kazanmış olsalar da eşlerine itaat etmedikleri gerekçesiyle fiziksel şiddete maruz kalmakta ve evlilik içi tecavüz gibi insan haklarına aykırı uygulamalara uğramaktadırlar. Bu durumun önüne geçebilmek için toplumun bilinçlendirilmesi şarttır. Bunun en etkili yollarından biri, küçük yaşlardan itibaren uygulanacak kademeli bir eğitim modeli geliştirmektir. Bu eğitim sürecinde cinsiyet rolleri kavramı sorgulanmalı ve eşitlik temelinde yeniden tanımlanmalıdır. Şiddet türleri hakkında bilgi verilmeli ve şiddetle karşılaşıldığında nasıl bir yol izleneceği öğretilmelidir. Bireylerin empati, saygı ve hoşgörü gibi değerleri benimsemeleri teşvik edilmelidir. Ayrıca, medya içeriklerinde kadınların cinsel obje olarak sunulmasına son verilmesi büyük önem taşır. Diziler, filmler ve reklamlarda bu algıyı değiştirecek yapımlar üretilmeli; kitap ve filmlerde şiddetin ele alınışı da daha sorumlu ve eleştirel bir şekilde gerçekleştirilmelidir. Bu yaklaşımlar hem toplumdaki şiddet algısını değiştirecek hem de bireylerin daha sağlıklı bir toplumsal yapıya katkıda bulunmasını sağlayacaktır.

 

KAYNAKÇA

 

İçli, T. G. (1994). Aile içi şiddet: Ankara-İstanbul ve İzmir örneği. Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, 11(1-2), 7-20.

 

Ünal, B. & Gülseren, L. (2020). Covid-19 pandemisinin görünmeyen yüzü: aile içi kadına yönelik şiddet. Klinik Psikiyatri Dergisi, 23(1), 89-94.

 

Ünal, G. (2005). Aile içi şiddet. Journal of Social Policy Studies, 7(2).

 

Yılmaz, A. (2005). Türk romanında aile içi şiddet teması. Türkbilig, 10, 131-149.

bottom of page