top of page

Erkeklik Dumbell Kaldırmak Zorundadır

mahmut genç

Erkeklik, sanıldığı gibi sağlam ve yekpare bir kimlik değil; sürekli ispat gerektiren, kaygan bir zemindir. Bu zeminde tutunmak, sürekli düşme ihtimaliyle yaşamaktır. Hegemonik erkeklik, gücünü sahicilikten değil, süreğen bir temsilden alır. Her gün yeniden kanıtlanması, her an performe edilmesi gerekir. Ve bu performansın en küçük sapması, erkekliği tehdit altına sokar. Çünkü sistem, “erkekliği” kendi söylemi dışındaki her şey üzerinden tanımlar: duygu, zayıflık, şefkat, yumuşaklık, farklılık... Bunların her biri birer sapma, birer marjinallik temsili olarak kodlanır.

Patriyarka yalnızca kadınları değil, kurallarına uymayan erkekleri de cezalandırır. Ve asıl acı gerçek şu: Bu sistem, erkekliğin kendisini de kırılgan hale getirir. Hegemonik erkeklik, varlığını ancak "öteki" üzerinden sürdürebilir. Kendisini tanımlayabilmesi için karşısında sürekli bir sapma, bir tehdit, bir "yeterince erkek olmayan" figür olmak zorundadır. Bu yüzden eşcinsellik, feminenlik, duygusallık ya da sadece farklılık —sisteme göre— sürekli bastırılması gereken unsurlar haline gelir. Çünkü sistem, tek tip bir erkekliği kutsar ve bu kutsallık en küçük sarsıntıda çözülebilir. İşte bu yüzden hegemonik erkeklik, kendi güvenliğini sağlamak için sürekli savaş halindedir. Bir tür “erkeklik nöbeti”dir bu. Ve nöbet, yorar.

Bu kısımda eleştirel teorisyen Axel Honnet’in tanınma kuramını düşünelim: Birey, ancak başkaları tarafından tanındığında özneleşir; saygı, sevgi ve değer görme gibi tanınma biçimleri, sağlıklı bir benlik gelişiminin temelidir. Ancak hegemonik erkeklik bu tanınma rejimlerinin çoğunu bastırır. Erkek, duygusal alanlarda tanınmak bir yana, o alanlara girmesi bile cezalandırılır. Duygularını ifade ettiğinde “ağlak”, şefkat gösterdiğinde “feminen”, kırıldığında “zayıf” ilan edilir. Böylece erkeklik, tanınmak için değil, tanınmamaya razı olarak ayakta kalmaya zorlanır. Bastırmak, gizlemek, susmak... Bunlar erkeğe öğretilmiş görünmez yasalar hâline gelir. Ve bu görünmezlik, kişinin benliğiyle kurduğu ilişkiyi zedeler. Erkek, hem kendi içsel dünyasıyla teması koparır hem de o dünyanın tanınmaya değer olduğuna dair inancını kaybeder. “Yeterince erkek olmayan” erkek, bu sistemde ya yozlaşarak ya da belirli erkekçe ortamlarda takiye yaparak hayatta kalır.

Evet, takiye. Dindar değil, ama camide görünür gibi; heteronormatif değil ama erkek muhabbetinde homofobik esprilerle yer edinmeye çalışır gibi... İç dünyasında karmaşa yaşarken, dışarıda belirli erkek ortamlara uyum sağlamak için kendi benliğinden ödün verir. Maskülenliğin bir tür sahneye dönüştüğü bu dünyada, erkekler rollerini oynarlar. Ama perde arkasında yalnız, dağılmış, utançla dolu bir zihin kalır. Duygularını ifade edemeyen erkek, ya kendi içine çöker ya da bu bastırmayı öfkeye dönüştürür. Ve yine sistemin onayladığı biçimde saldırganlaşır.

Bu durumda, erkeklik bir ayrıcalık değil, bir cezaevi haline gelir. Kişi ne kadar normlara uyarsa o kadar içinden uzaklaşır. Hem kendisine yabancılaşır hem de ötekine düşmanlaşır. Bu nedenle erkeklik, paradoksal biçimde hem gücün hem kırılganlığın taşıyıcısıdır. Dışarıdan güçlü görünür, ama içi boş bir kudrettir bu: Tehdit edilmeden var olamayan, sürekli “yeniden 

ispat” isteyen bir konumdur. Gücünü bastırmadan değil, bastırmaktan alan bir sistem kırılgandır.

Bugün erkekliğin krizinden söz ediliyor. Bu kriz, aslında hegemonik erkekliğin çürümeye başlamasının işaretidir. Ama bu çürüme, kendiliğinden bir dönüşüme yol açmaz. Çünkü sistem hâlâ ayakta ve erkeklik hâlâ bir gösteri olarak sahnelenmeye devam ediyor. Duygular hâlâ küçümseniyor, farklılık hâlâ dışlanıyor, öteki hâlâ susturuluyor. Erkeklik, sahicilikle değil, taklitle yaşanıyor. Ve bu taklit, hem yoran hem yutan bir kopyalama rejimi gibi işliyor. Değişim mümkün mü? Evet, ama kolay değil. Çünkü erkek ağladığında devrim olmuyor; yalnız kalıyor.

bottom of page