KendİLİĞİN İZİNDE: BİR YUVA DÜŞLEMEK
“Bir ev inşa etmek, sürekliliği olan, sabit sosyal ilişkilerle birleşmiş bir grup kurmaya, kalıcı ve kendini sürdürmeye muktedir bir soy oluşturmaya dair ortak bir iradedir; bu, ev birliğinin geleceği üzerine, yani orada durma gücü, bütünlüğü ya da başka deyişle parçalanmaya ve dağılmaya direnme kapasitesi üzerine ortak bir proje ya da iddiadır,” der Bourdieu. Ev, hakiki kendiliğimizi tüm oluş hâliyle sergileyebildiğimiz, kendimizle karşılaştığımız ve doğamıza en yakın hâlde bulunabildiğimiz yerdir. Bedenimiz, kendiliğimizin taşıyıcısıysa, ev de bu taşıyıcının korunma alanıdır, diyebiliriz. Ev, düşlere daldığımız yerdir; içinde huzurla rüyalar gördüğümüz ve rüyalar görürken korunduğumuz, daldığımız her yeni düşte belki de kendimizi ve evimizi yeniden kurguladığımız yerdir. Evde olmak, oturulan alanı yapılandırmak ve aynı zamanda onun tarafından yapılandırılmaktır da; çünkü ev, yalnızca bir barınak değil, aynı zamanda bizi biz yapan değerlerin, anlamların ve anıların şekillendiği, iç dünyamızla dış gerçeklik arasında köprü kuran bir mekândır.
Kendilik ve kimlik, istikrar ve düzenin güvenli kollarına ihtiyaç duyar; böylelikle hem fiziksel hem de psikolojik sınırlarını dengede tutabilir. Bedenimiz de tıpkı bir evin çatısı gibi kendiliğimizi bir arada tutan bir sığınak ve zemin oluşturur. Ev ve kendilik arasındaki bu yakın ilişki, her ikisinin de birer sınır, koruma ve anlam alanı olarak var oluşunda kendini gösterir; ev, fiziksel varlığımızı kuşatırken, kendilik de ruhsal varlığımızın barınağı olur. Ev ve kendilik arasındaki bu paralellik, bizi fiziksel ve ruhsal varoluşun kesişim noktasına, yani “iç habitat” kavramına götürür. Tıpkı evin duvarlarının dış dünyanın tehditlerinden koruyarak bize güvenli bir alan sunması gibi iç habitat da zihinsel ve duygusal varlığımızın dayanak noktalarını oluşturarak kendiliğimizin içinde içsel dengemizi sürdürebildiğimiz bir mekân sağlar. Duvarlar zayıflarsa, dış dünyadan gelen tehditler evin düzenini bozabilir. Benzer şekilde, kendilik algısının sınırları zayıfladığında birey, dış dünyadan gelen duygusal saldırılara karşı savunmasız kalır. İç habitat, yani insanın kendi benliğinde kurduğu ve beslediği bu içsel barınak, dışarıdaki evle sürekli bir etkileşim içinde şekillenir ve anlam kazanır. İç habitat, yalnızca yaşanabilir çevremizi nasıl deneyimlediğimizi anlamak için kullanılan bir kavram olmanın ötesinde, aynı zamanda bir modeldir; küçültülmüş, sentetik ve uzamsal bir formdur. Bu model, evimize yerleşmemizi, onu kullanmamızı ve içinde kendimize özgü doyumlar elde etmemizi mümkün kılan temel bir kalıp sunar. Zihin, bu yaşanabilir alanı tasarlayarak ona bir anlam ve düzen kazandırır; odalarına adlar verir ve tıpkı çocuğunun ruhsal doğumuna ad koyarak yetki verdiği gibi odalara da ad koyarak ruhsal bir yetki verir.
Evin içinde her alan eylemle kurulur. Yani odalara ve köşelere anlamını veren şey onların kullanılma biçimidir. Örneğin bir aile evinde oturma odası, görmenin ve görünmenin, kendini göstermenin temel rol oynadığı bir yerdir. Aynı zamanda dürtülerin -amaçları bakımından bir miktar engellendikleri- süblimasyon (yüceltme) yeridir. Belki fazla itkisel ifadelerin yumuşatıldığı ve toplumsal yaşam için gerekli bazı değişimlerin olduğu yerdir. Oturma odası alışıldığı üzere aile üyelerinin kendi aralarında ve yabancılarla konuşma mekânıdır. Aile hayatı ile birlikte iç habitat gelişir, sonra günün birinde evden gitmek gerektiği zaman "kutulanır", yeni bir eve gidildiğinde orayı benimseyebilmek için yeniden "kutudan çıkar". İç habitat, eve duygusal ve işlevsel anlamda yatırım yapmamızı, onu sahiplenmemizi ve kişisel bir alan hâline getirmemizi sağlar. Bununla birlikte temsilin bu boyutuna bir de grup boyutu eklenir. Başka bir deyişle, evin içindeki her kendilik, kendi oturduğu odasından ortak oturma odasına, kendiliğinin getirebileceği parçaları ile dâhil olmaktadır. İç habitatımız, bu minvalde kendimizle ailemiz arasındaki ilişkileri sentezleyerek evimize yerleşmemizi organize eder. Bu anlamıyla ev, kendiliğin ilk kez bir “öteki” ile karşılaştığı, ilk nesnelerini tanımaya başladığı ve bu karşılaşmalarla şekillendiği bir varoluş alanına dönüşür. Bir evin, üzerine inşa edildiği bir temel gibi kendilik de erken dönem ilişki deneyimlerinden beslenen bir temel üzerine inşa edilir. Özellikle çocuklukta sağlanan güvenlik ve aynalanma, bu temeli oluşturur. Sağlam bir temel olmadan evin çatısı ya da duvarları uzun süre dayanamaz; benzer şekilde sağlıklı bir kendilik için de güçlü bir duygusal temel gereklidir. Öznelliğimiz bir diğerininki ile ilk kez evde karşılaşır ve bu karşılaşma aynı zamanda mahremiyetin dokusunu ören ilk ilmek olur.
İki kişilik karşılaşmalar çoğunlukla, önce birlik yanılsamasını harekete geçirir ama zaman geçtikçe sınırlarını da su yüzeyine çıkarmasını bilir. Bağlarımız, eksik olma tehlikesi altında olduğu zaman görünür olur. Birinin öznelliği diğerininki ile karşılaşır, öznellikleri karşılıklı olarak birbirinden beslenir, birbirlerine göre konumlanmak hatta bazen de değişikliğe uğramak durumunda kalır. Böylelikle aile içinde paylaşılan ortak ideal ve antitelerin temeli atılmış olur. Birlikte oturma bağı, bizi ötekine yönelik müsaitliğe teşvik eder. Onlardan sorumlu olduğumuzu hatırlatır; acılarının bizi ilgilendirdiğini, üzüntü ve sevinçlerine dâhil olduğumuzu gösterir, zihinlerin karşılıklı olarak birbirlerine nüfuz etmelerinin bir noktaya kadar meşru kabul edilmesini sağlar. Ev, mahremiyetimizi açığa vurma ve aidiyet ihtiyacımızı karşılarken bir yandan da kendilik değerimizi besleyerek bizi büyüten iyicil narsisizmimize hizmet eder.
Kavramsal olarak ev, bu şekilde adlandırılan yere bir sıcaklık verir, karşılama, ağırlama ve güvenlik sunar. Orada dış bakışlardan uzakta olunacağını vadeder. Evde bulunmayı ve orada kendimizi rahat hissetmeyi severiz. Eve dönmek, eşsiz bir ortamla, içinde gevşeyip tamamen yapmacıksız var olabildiğimiz eşsiz bir yuva ile yeniden buluşmayı temsil eder. Bununla birlikte mahremiyeti deneyimlemenin farklı yollarıyla da evde karşılaşırız. Kendimizde tutmak, özen göstermek, yabancı bakışlardan sakınmak istediklerimiz ve karşıdaki ile kurduğumuz ilişkide gizli bir ortaklığı benimsediğimiz alanlar, mahremiyetin alanına girer. Freud, insanın bazı rahatlatıcı etkinliklerini teşhir etme eğilimini bastırmak yoluyla uygarlık kavramına biçim verdiğini belirtmiştir. Yine de bu ancak kendi evinde teşhirciliğini serbest bırakabilmesi koşuluyla gerçekleşir. Tıpkı bir evin bahçesinin dışarıya o evle ilgili sınırlı bir teşhir alanı yaratması gibi kendilik de belirli amaçlar ve güvenli sınırlar içinde görünür olmaya ihtiyaç duyar.
İçinde teklifsiz bir biçimde var olabildiğimiz müddetçe ev, mahrem varlığımızın gelişmesine en müsait yerdir, diyebiliriz. Ev, aile mahremiyeti ve bireysel mahremiyet çerçevesinden bakıldığında bireyin en doğal hâliyle ve hatta belki utanç verici kısımlarıyla da var olduğu yegâne yerdir. “Utanç verici" kısımlarını sergileme hazzının bastırılması, açıktır ki mahremiyet alanını sınırlamaya ve onu dış alandan ayırmaya yardım eder. Sonuçta kendimizi göstermek, kendimizi tanıtmanın, oluşturduğumuz izlenimi algılamanın, onda küçük farklılıklar yaratmanın ve gerekirse düzenlemenin bir yolu olabilir; aynı zamanda kendimize bakmanın ve hakkımızda ne düşünüldüğünü öğrenmenin de bir yolu olabilir. Üstlendiği bu misyonla ev, dış bakışlardan uzakta olmayı vadetmenin yanı sıra, içeridekine kendini -sınırlı bir biçimiyle de olsa- göstermeyi ve bu yolla kendi varoluşunun, başkasının gözündeki yansısını almayı, yalnızca ve yalnızca olduğu hâliyle ve o olduğu hâle “rağmen” kabul edilmeyi beklediğini söyleyebiliriz. Çünkü mahremiyette esas olarak aradığımız şey anlaşılmaktır. Birine kendini açmak; duygularını akıtmak, onun masaya getirdiklerini içtenlikle kabul etmek, sevinçleri paylaşmak, acıları kendi içimizde hissetmek; karşımızdaki, eğer o kişi olmasaydı bilemeyeceği şeyleri, biz, eğer biz olmasaydık öğrenemeyeceğimiz şeyleri masaya getirdiğimizde bunun hâlâ bir anlayış ve kabul ile kucaklanıyor olduğunu görebildiğimiz yer, bizim mahremiyet alanımızı, yuvamızı ifade eder. “Mahremiyet heyecan vericidir; ilgili olmaksızın meraklıdır, bununla birlikte kırılganlığını da korur,” der A. Eiguer.
Ev içindeki etkinlikler, genellikle belirli alanlarla ilişkilendirilir ve beslenme, dinlenme, uyku gibi temel bedensel işlevlere dayalı olarak şekillenir. Girişe daha yakın bölgelerde gündüz etkinliklerine ayrılmış bir alan bulunur örneğin; yemek yapma ve yeme, okuma ve konuk ağırlama gibi eylemler burada gerçekleşir. Girişe daha uzak bölgeler ise geceye özgü mahrem etkinliklere ayrılmıştır. Bu biçimiyle ev, yalnızca bedensel işlevlerimizi kolaylaştırmakla kalmaz, aynı zamanda ruhsallığımızın bu alanları tasarımlama tarzı aracılığıyla da evin düzenlenmesini etkiler. Böylelikle ev, yalnızca fiziksel düzeniyle bedenin ihtiyaçlarına değil, aynı zamanda ruhsallığın ihtiyaçlarına da yanıt veren bir yapı sunar. Bu bağlamda, evdeki düzen ya da dağınıklık da bireylerin iç dünyalarının ve ilişkisel dinamiklerinin bir görüngüsü olabilir; nitekim Psikanalist A. Eugier de bir evin düzeninin ya da dağınıklığının ailedeki veya bireylerdeki krizlerin derinliğiyle yakından ilişkili olduğunu belirtir. Bu perspektifle bakarsak terapi odası da aile evinin bir uzantısı ya da onun temsilini devralan bir alan olarak görülebilir. Her türden grup, –ki aile bunun en temel örneğidir– üyelerinin bireysel düşlemlerini aralarında yankılandırmaya eğilimlidir. Grup üyelerinden birinin bir imge oluşturması, diğerlerinin de buna karşılık imgeler ve temsiller canlandırmaları, onları kendi aralarında birleştirmeleri, eklemlemeleri, uyuşturmaları ve toparlamaları için alan açar. Bu anlamıyla sanki dağınık hâldeki yaşantılar ve çağrışımlar da yeniden toparlanmak ve düzenlenmek üzere derlenip terapi odasına getirilerek serbestçe ortaya dökülür ve terapistle kurulan ilişkide bir çeşit düşlemsel yankılanma aracılığıyla yeniden bir düzenleme sistemi oluşturulmaya çalışılır.
Son yıllarda, özellikle pandemi dönemi ile birlikte ev, birçoğumuz için daha görünür bir yerde durmaya başladı. Onunla olan ilişkimizi bu dönemde yeniden kurgulamak ve daha derinden kavramak için bir fırsat edindik ve evimizle birçoğumuz yeniden tanıştık. Bu dönemle birlikte sosyal medyada evler ve onları kurgulama biçimleri; eve ve içeriye yapılan yatırımlar ve bunların görünür yerlerde tutulmaları, mahremiyet algısını ve evin sınırlarını genişletti. Öyle ki dünyanın herhangi bir şehrinde bulunan, kapısını çalıp içeriye buyur edilemeyeceğimiz herhangi bir evin nasıl temizlendiğini bile sosyal medya içerikleriyle görebilir olduk. Kullanıcılar, bir yandan kendi yaşam alanlarını görünür kılarak kişisel hikâyelerini paylaşırken diğer yandan düzenli ve idealize edilmiş ev imgeleriyle yeni içerik sunma biçimleri geliştirdiler. Evden yapılan canlı yayınlar, paylaşılan günlük rutinler ve dekorasyon ya da temizlik içerikleri, mahremiyet kavramının yeniden tanımlandığı bu dönemde en sık karşılaştığımız paylaşımlar arasında yer alıyor.
Ev içindeki etkinlikler, genellikle belirli alanlarla ilişkilendirilir ve beslenme, dinlenme, uyku gibi temel bedensel işlevlere dayalı olarak şekillenir. Girişe daha yakın bölgelerde gündüz etkinliklerine ayrılmış bir alan bulunur örneğin; yemek yapma ve yeme, okuma ve konuk ağırlama gibi eylemler burada gerçekleşir. Girişe daha uzak bölgeler ise geceye özgü mahrem etkinliklere ayrılmıştır. Bu biçimiyle ev, yalnızca bedensel işlevlerimizi kolaylaştırmakla kalmaz, aynı zamanda ruhsallığımızın bu alanları tasarımlama tarzı aracılığıyla da evin düzenlenmesini etkiler. Böylelikle ev, yalnızca fiziksel düzeniyle bedenin ihtiyaçlarına değil, aynı zamanda ruhsallığın ihtiyaçlarına da yanıt veren bir yapı sunar. Bu bağlamda, evdeki düzen ya da dağınıklık da bireylerin iç dünyalarının ve ilişkisel dinamiklerinin bir görüngüsü olabilir; nitekim Psikanalist A. Eugier de bir evin düzeninin ya da dağınıklığının ailedeki veya bireylerdeki krizlerin derinliğiyle yakından ilişkili olduğunu belirtir. Bu perspektifle bakarsak terapi odası da aile evinin bir uzantısı ya da onun temsilini devralan bir alan olarak görülebilir. Her türden grup, –ki aile bunun en temel örneğidir– üyelerinin bireysel düşlemlerini aralarında yankılandırmaya eğilimlidir. Grup üyelerinden birinin bir imge oluşturması, diğerlerinin de buna karşılık imgeler ve temsiller canlandırmaları, onları kendi aralarında birleştirmeleri, eklemlemeleri, uyuşturmaları ve toparlamaları için alan açar. Bu anlamıyla sanki dağınık hâldeki yaşantılar ve çağrışımlar da yeniden toparlanmak ve düzenlenmek üzere derlenip terapi odasına getirilerek serbestçe ortaya dökülür ve terapistle kurulan ilişkide bir çeşit düşlemsel yankılanma aracılığıyla yeniden bir düzenleme sistemi oluşturulmaya çalışılır.
Son yıllarda, özellikle pandemi dönemi ile birlikte ev, birçoğumuz için daha görünür bir yerde durmaya başladı. Onunla olan ilişkimizi bu dönemde yeniden kurgulamak ve daha derinden kavramak için bir fırsat edindik ve evimizle birçoğumuz yeniden tanıştık. Bu dönemle birlikte sosyal medyada evler ve onları kurgulama biçimleri; eve ve içeriye yapılan yatırımlar ve bunların görünür yerlerde tutulmaları, mahremiyet algısını ve evin sınırlarını genişletti. Öyle ki dünyanın herhangi bir şehrinde bulunan, kapısını çalıp içeriye buyur edilemeyeceğimiz herhangi bir evin nasıl temizlendiğini bile sosyal medya içerikleriyle görebilir olduk. Kullanıcılar, bir yandan kendi yaşam alanlarını görünür kılarak kişisel hikâyelerini paylaşırken diğer yandan düzenli ve idealize edilmiş ev imgeleriyle yeni içerik sunma biçimleri geliştirdiler. Evden yapılan canlı yayınlar, paylaşılan günlük rutinler ve dekorasyon ya da temizlik içerikleri, mahremiyet kavramının yeniden tanımlandığı bu dönemde en sık karşılaştığımız paylaşımlar arasında yer alıyor.
KAYNAKÇA
Bachelard, G. (2024). Mekânın poetikası (S. Çevik, Çev.). Bağlam Yayınları.
Bourdieu, p. (2015). Ayrım: beğeni yargısının toplumsal eleştirisi (D. Fırat, Çev.). Heretik Yayıncılık.
Eiguer, A. (2024). Evin bilinçdışı (P. Akgün, Çev.). Bağlam Yayınları.
Freud, S. (2017). Uygarlığın huzursuzluğu (M. M. Çalışkan, Çev.). Metis Yayınları.
Kohut, H. (2018). Kendiliğin çözümlenmesi (A. Çetin, Çev.). Metis Yayınları.