
BİR BAŞLANGIÇ OLARAK KIRILGANLIK
GÖZDE MERCAN
Aynanın karşısında uzun uzun durmak… Simetrik olmayan kaşlarına, sadece şuracığa küçük bir müdahale yapılsa tamam olan burnuna, geçenlerde yaşadığın bir kırgınlığa, o müdahaleden sonra bozulan dudak burun mesafene -evet oraya da bir şey gerekir- bakmak uzun uzun. Aslında yerli yerinde de güzel ama... Ama tam da değil sanki. Bir şey var, eksik. Her uzun bakış, kendimize olan güvenimizin, kabulümüzün, değerimizin yansıması; her ‘küçük bir dokunuş’ düşüncesi, dışarıdan gelecek bir onayı çağırma isteği; kırıldığımız o konuya dönüp bir çözümleme çabasıdır belki de.
Kırılganlığı, dış görünüşümüzle, kişiliğimizle, verdiğimiz tepki ya da tepkisizliklerle başkalarının gözünden nasıl göründüğümüzün hassasiyeti ile iç içe almak mümkündür. Kendimize yönelttiğimiz bu uzun ve titiz bakış, yine kendimize olan temel algılarımızın bir yansımasıdır. Başkalarının gözünde kendimizi arayışımız, benlik saygımızı doğrudan etkilemektedir. Dış görünüşümüze ya da bir konuda olan becerilerimize karşı yaptığımız eleştiriler aslında bugünün meselesi değil, daha derin bir kırılganlığın göstergesidir. Yetersizlik, değersizlik hissi ile gelen eleştirel bakış çoğu zaman çocuklukta şekillenen algının izleri olabilir.
Yaşamın erken dönemindeki deneyimlerin sonucunda edindiğimiz algıların, diğer insanlarla olan ilişkimizin seyrinde bir etken olduğu bilinmektedir. Burada ebeveynlik stillerinden bahsetmek yerinde olacaktır. Aşırı koruyucu, mükemmelliği aşılayan ebeveynlerle büyümek, ‘iyi çocuk olursam sevilirim’ algısının yerleşmesine sebep olabilir. Bu algı sonucunda sevginin koşullu olduğu düşüncesi ve bireyde onay ihtiyacı içselleştirilebilir ve beraberinde ‘iyi çocuk olmak’ çabası gelebilir. Biraz daha başarılı olsaydım ilgilenirdi, biraz daha güzel olsaydım kabul görürdüm, biraz daha ve biraz daha. Bir olumlu senaryo olarak; ebeveynlerimizden spontane bir şekilde duyduğumuz ‘gözlerin çok güzel.’, ‘senin fikrin de benim için önemli.’, ‘konuşma şeklini çok beğeniyorum.’, ‘seni bu konuda başarılı görüyorum.’ gibi görünüşümüze veya benliğimize aldığımız yorumlar bizim gerçeğimiz haline dönüşür; buna inanır ve bunu yaşarız. Burada bahsetmeyi önemli gördüğüm bir soru var: Sürekli olumlu cümlelerle büyüyen çocuklarda onay ihtiyacı ortadan kalkar mı, yoksa biçim mi değiştirir? ‘Sen zaten başarırsın.’ gibi olumlu cümlelerle büyümek özgüven besleyici gibi görünse de ortada başarılması gereken bir durum ve beklenti olduğu çocuk tarafından içselleştirilebilir. Bu senaryoya ‘Ben başarılıydım, yapardım; neden olmadı?’, ‘Ben güzeldim neden bunu fark etmedi?’ gibi algılar eşlik edebilir. İlk başarısızlıkta yıkılır, eleştiriyi saldırganlık olarak algılayabilir, onay görmediği yerlerde kaygılanabilir. Bir başka ebeveynlik stili olan eleştirel, ihmalkâr, görmeyen ebeveynlerle büyümek de kırılgan yapımızı besleyebilir. Hak etmediğimize dair inancımız, korkumuz ve bu düşünceyle geliştirdiğimiz kırılgan yapımız, müthiş bir değersizlik duygusu ile bizi bağlanmaktan, ilişkilerden, deneyimlerden alıkoyabilir. Ebeveynlerimiz tarafından mükemmel olmadığımızın, mücadele için yaratıldığımızın fakat sevgiye ve ait olmaya layık olduğumuzun içselleştirilmesinin getirdiği cesaret, bizim öz-değer duygumuzu güçlendirebilir.
Tüm bu etkenlerle birlikte, bu öğrenilen kırılgan yapıya nasıl alan açacağımız, nasıl ilişkilenip ilişkilenmeyeceğimize odaklanmamız gelişimin bir parçası olabilir. Kırılganlık; zorlu durum ve duygulara karşı savunmasız ve hassas olma, incinme ihtimalini taşıma hali olarak tanımlanabilir. Yaşamın ilk evresi olan bebeklik dönemi, bize bu kırılgan halin varoluşun temeli olduğunu göstermektedir. Bebeklik dönemi, bireyin dış dünyaya bağımlı olduğu, birincil bakım verene ihtiyaç duyduğu, fizyolojik ve psikolojik açıdan gelişimin henüz tamamlanmadığı bir evredir. Bu temel kırılgan, muhtaç yapı sebebiyle bebeğin çevresiyle ilişkisi zorunlu hale gelir, yoğun bir öğrenme ve uyum sürecine girer. Gelen uyaranları işleyerek beyin gelişimini sürdürür. Sosyal ve duygusal bağlar sayesinde kişiliğinin temelini oluşturur. Bu örnekle, bizi kırılgan yapan şeyin aynı zamanda bizi geliştiren şey olduğunu görebiliriz.
Bu kadar kırılgan olmamız aslında yaşadığımız anlamına gelir; çünkü gelişimin yolu riskten ve savunmasızlıktan geçer. Mesele, bu ihtimalle birlikte adım atabilmeyi öğrenebilmek olabilir. Geçmiş deneyimlerimizin bizi bu kadar şekillendirebildiği senaryoda, yeni deneyimlerin de bizi dönüştürme gücü vardır.
Brene Brown, ‘Kırılganlığın Gücü’ temalı konuşmasında kırılganlığı ‘utanç, korku ve değerli olma mücadelesinin özü; ama aynı zamanda neşenin, yaratıcılığın, ait olmanın, sevginin de doğum yeri’ olarak ifade etmektedir. Dolayısıyla kırılganlığa kucak açmak, onu kabul etmek; attığımız bir adım bize garanti vermiyorken yine de o adımı atmaya gönüllü olmak önemli bir yere sahip olabilir.
Hiçbir şeyi bilmeden, tüm kırılganlığımızla geldiğimiz bu dünya bir deneyim alanıdır ve deneyimlemeden bir şeyi öğrenebilmemiz pek mümkün değildir. Bizi zorlayan her zorlukla birlikte bir kolaylık vardır. (İnşirah, 5) Bu kolaylık belki de kusurlu olma cesaretini gösterebildiğimiz yerde saklıdır. Belki de kırılganlık bir ‘yaklaş, güven, dene.’ çağrısıdır.
‘İnsan bir karınca ya da arı gibi tamamlanmış bir varlık değildir. Benliği ona bitmiş bir ürün olarak sunulmaz, bir görev olarak verilir. Bu yüzden kendi varlığı kendisinden gizlenmiştir ve sürekli gerçek özünü arar.’
Bizi Biz Yapan Hikayeler - William Randall