top of page

Ben'İN PINARINDAKİ EV: SİDDHARTHA

Zeynep akbaş

Irmak kıyısının güneşinde, sandallar arasında, incir ağacının gölgesinde büyüdü Siddhartha. Oğlunu, bu bilmeye susamış delikanlıyı gördükçe yerinde duramıyordu babası, ona geleceğin rahibi gözüyle bakıyordu. Annesinin yüreği sonsuz bir sevinçle çarpıyordu onu gördükçe. Herkes seviyordu Siddhartha’yı, herkesin gönlünü şenlendiriyordu. Ama herkesin neşesi olan Siddhartha'nın yüreği neşe barındırmıyordu. Huzursuzluğu, ait hissetmeyişi gittikçe yükseliyordu. Sahi, neden mutlu değildi Siddhartha?

 

Belki onun evi çok uzaklardaydı, belki de tam içinde. Bunu öğrenmek için uzun bir yolculuğa çıkması gerekiyordu, ait olduğu yurdu bulabilmek için. Böylece bir sabah usul usul yürüyerek kentten ayrıldı. Çilecilerin arasına karıştı, sırtında bir bez parçasıyla kaldı. Samanaların yanında acıdan yanıp tutuşmayı, az nefesle yaşamayı, nefsini öldürmeyi öğrendi. Ancak ruhu tekrar canlandı, Buddha’ya gidecekti. Ne de olsa onun öğretisinde acıdan kurtulmanın yolu keşfedilmişti. Buddha’nın huzur dolu öğretileri bile Siddhartha’nın içindeki o derin boşluğu doldurmadı. Yine de bu huzursuzluk, bir itki gibi içinde filizleniyordu. Lacan’ın deyişiyle, arzu, ötekinin varlığıyla ortaya çıkan ve sürekli eksiklik hissiyle beliren bir dürtüydü. Siddhartha huzursuzdu; aradığı şeyin kendisinde mi, yoksa başkalarının sunduklarında mı olduğunu bilmiyordu. Son evini de kaybetmişti, artık kendi içinde bir ev bulma keşfine çıkacaktı. Bu keşif onu gölgesiyle tanıştıracak, hiç bilmediği personasını gösterecekti.

 

“Onu bulmak gerekiyor, kendi Ben’inde bu asıl pınarı bulmak, onu bulup özümlemek gerekiyordu! Başka türlüsü aramaktı yalnız, dolambaçlı yoldu, yolunu şaşırmaktı.”

Ev denince akla ilk fiziksel bir mekân gelir. Peki ev her zaman çatısı, dört duvarı, penceresi olan bir yer olmak zorunda mıdır? İnsan bir yoldayken de evinde hissedemez mi? Siddhartha yolun her bir taşında, rüzgârın her bir uğultusunda kendine dair ipuçları buluyor, kendi benliğini keşfediyordu. Yolda olmanın verdiği özgürlük ve belirsizlik, onu aradığı huzura biraz daha yaklaştırıyordu. Tezer Özlü’nün dediği gibi, “Yolculuklar ilginçtir. Yaşamın sürekliliği içinde, başlı başına kesitler oluştururlar. Dağlardan, deniz kıyılarından, kentlerden ve gecelerden geçilir. Irmaklar görülür. İnsanlar görülür… Dünyalara açılan, yeni yaşamlardır yolculuklar.”

 

Belki de bu histi onu evinde hissettiren. Belki de bir histi ev.

Benliğimizin ilk nüvesi doğduğumuz evin içinde atılır. Ancak zamanla sığamayız bu çekirdeğin içine. Taşmak, yeni halkalar oluşturmak isteriz. Siddhartha tam da bunu yapıyor. Sıcak evinden ayrılıyor, bireyselleşebilmek için zorlu bir yolculuğa atılıyor. İnsanoğlunun evrensel çatışması olan korkunç bir yalıtımla karşı karşıya geliyor. Ego kapasitesinin sınırlarını aşıyor. Tüm bunların sonunda, kendini bir ırmağın kıyısında gerçeğe ulaşmış hissediyor. Irmak onun için dinginliğin, sürekliliğin, anın temsiliydi. Irmak, yaşamın kendisiydi. Artık içindeki huzursuzluk gitmişti, onun sesinde kendi benliğini duymuştu. Geçmişin, geleceğin ve anın bir arada olduğu o kesintisiz akış onu evinde hissettirmişti. Köklerini salacağı yeri bulmuştu.

Ev, kimi zaman yanı başımızda, kimi zamansa ulaşılması güç bir uzaklıkta. Kimimiz için içinde bulunduğu yer, kimimiz içinse ümitsizce beklenen bir sığınak. Fiziksel sınırlardan sıyırdığımızda evin bir mekândan ziyade içsel bir yolculuk olabileceğini fark ederiz. Ancak bu yolculuk her şeyin geçiciliği içinde bize bizi anlatan, özümüzle yüzleştiren ve hepsinin sonunda “ben buraya aitmişim” dedirtebilecek bir ev yaratabilme cesaretini göstermekle başlar. Bu sayede geçmişin yükü ve geleceğin belirsizliğine kucak açarak ruhumuzun penceresinden aydınlık dünyaya bakabiliriz.

 

 

Kaynakça

Hesse, H. (2019). Siddhartha (Kamuran Şipal, Çev.). İstanbul: Can Yayınları.

Özlü, T. (2019). Yaşamın ucuna yolculuk. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

bottom of page