top of page

Balçık

DEFNE KAPLAN

Açım. Elleri çok narin. Bıraksam, parmakları bana dokunduğunda ağlarım. Bir kere bile düşünmedim onun kırılganlığını, kırılmış olabileceğini. Teni sıcak, parlıyor. Terlediğinde teri kaburgasından aşağı süzülüyor. Kendimden geçeceğim. 19 dakika olmuş, sıra bana gelmeyecek gibi. Aşağı kattaki otomattan atıştırmalık bir şeyler alsam vakit geçer. Canım sigara istiyor, düşüncesi bile çok tatlı. Ağzımın tadını sigarayla bozmaya gidiyorum. Birini kendinden kıskanabilir mi insan? Her gün, günün her saatinde, işte, evde, tuvalette ve metroda kendisine dokunabiliyor. Açım ve ben dokunamıyorum. Dört kat merdiven çıkartmayı biliyorlar. Ekranda sıranın 121’de olduğunu yazmışlar. Elimdeki kağıtta 139 yazıyor. Hassiktir. Yanımda oturan kadının cırtlak pembe bluzu daha da mı çirkinleşmiş yoksa ben mi hayal görüyorum? Pörtlek gözleri üzerimde, ilişiyorum yine yanına. Çaya amma da çok şeker atmışım. Şu otomat çaylarına teknolojik usullerle şeker atmayı kessek de adam gibi küp şeker atsak. Otururken kendi ellerini tutuyor. Tutmasa ya. Bir daha dokunduğumda en az bir hafta duş almam. Çay da midemi bulandırdı. Saate bakmazsam hızlı geçer zaman.

Herkes iyi olmak ister ya; sırf başkalarına göstermek için bile olsa iyi niyetini sergiler. O hiç uğraşmamıştır bile. Ne yaparsa yapsın kötü olamaz. Hayal edilebilecek en kötü duruma koy, çevresini çıkarcı insanlarla doldur, arkasından türlü oyunlar oynansın; o yine de dimdik durur, gözlerinin içine bakar ve ne söylemesi gerektiğini bilir. Bilmiyorsa da öyle bir bakar ki biliyormuş zannedersin. İçerlerde bir yerlerde kırılacak, gücenecek bölgeleri varsa bile esnemiştir sadece. Yoksa sapasağlam duruyordur. Bu sıra bana gelmeyecek gibi. Ekran 126 diyor. Boğaz havası alayım, açım zaten. Çok umarsız; bir daha halime güldüğünde canını acıtacağım. Karşıya geçerken adamın birine tosladım. Belki çarpılmam yakındır. Şöyle yoğurtlu iskender yemeyeli bir hayli oldu. Yerken sıra bana gelir de “Adamın biri gelmemiş” diye geçerlerse ortalığı ayağa kaldırırım. Kağıdı bastıralı 47 dakika olmuş, hala kös kös oturuyoruz. Sigaramı şu rüzgarda yakmam imkansız sanmıştım, değilmiş. Göğsümün ortasındaki ağırlığı hafifletecek bitki çayı bulunur kesin internette. Beni, benim onu sevdiğim gibi sevse ya. O zaman ona karşı hissettiğim açlığı kaybedebilirim. Ona dair elimde ne kalır geriye? Sevgim bir doyumsuzluktan mı ibaret? Belki de onu sevmek aç kalmaktan daha az acı verici. İskender bir buçuk porsiyon geldi. Esnaf gülümseyerek tabağı önüme bıraktı.

İstanbul’un esnaf lokantalarına hakim olanlar bilir; çalışanın samimiyet dolu el kol hareketlerinden etin lezzetini kestirmek mümkündür. Tabakta cızırdayan domates sosunu görünce dayanamadım, saldırır gibi yemişim. İskendere tuzu az mı atmışlar? Yok, tereyağı kıt. Karnım tok, hareketsizim. Her şeye rağmen içimdeki boşluk dolacak gibi değil. Açlığımın bedelini yalnızlığımla ödüyorum. Düşüncelerim sanki aylardır kapalı bir kapının ardında birikmiş ve kilidi yoklamamla birlikte şiddetle beynimin içine akarak kendi hürriyetlerini ilan ediyorlar. Hücrelerim, o yanı başımdayken alev alıyorlarmış gibi ona doğru uzanma dürtüsüyle başa çıkmaya alışıktı. Ben de sanıyordum ki kilometrelerce uzaktayken hiç yoktan şöyle rahatça, göğüs kafesimi gere gere nefes alırım. Yanılmışım, içimdeki boşluk nefesimi kesecek kadar ağır. Esnafın güler yüzlülüğünü boşa çıkarmadım, bahşiş bıraktım. Haziran ortasında nasıl hamsi tutmuş çocuğun biri? “Sabahtan beri başında bekliyorum. Bak, kaç tane oldu. Bak, bak, birinin gözü hala açık.” Gülüyorum. Çocuğun gözleri parlıyor. Yetişeceğim diye hızlı hızlı yürüdüm, nefes nefeseyim yine. Bilmem kaç defa çıktım bu merdivenleri. Şu işler bir hallolsun, sigarayı bırakıyorum. Boğazımın içine ediyor zaten. Sıra 132. Çirkin bluzlunun yan koltuğu dolmuş, iyi bari. Genç bir kızın yanına geçtim. Kız durmadan ayağını bir geri bir ileri sallıyor. Ben de kıpır kıpırım zaten, birlikte oynayalım yerimizden. Var ya, şu evrak mevzularının yavaşlığına ne kadar sövsem az. Adamlar çalışana yıllık maaşı ve sosyal güvenceyi hazır etmişler, biz gene yırtıyoruz kendimizi vize alabilelim diye.

Tufan ona ayarlamış. Herif uyanığın teki, sanki bilmiyoruz gözlerinin nerede gezdiğini. Sekreterinin etek boyuna bile diyecek laf buluyor ya, ellerimi boğazına geçirmemek için kendimi çok zor tutuyorum. Zaten İstanbul’a sığmıyormuş hanımefendi. Ne var yani? Uçuk kaçık fiyatlar bayılıyoruz, her daim hukuksuzlukla boğuşuyoruz diye insan yirmi beş yıldır yaşadığı şehri mi terk eder? Şöyle Eskişehir olsun, Sivas olsun, hadi Kars olsun. O da değil ki, ta Almanya’dan bahseder olduk. Şimdi ne hayaller kuruyordur o Tufan pezevengi? Berlin’de baş başa, havadar bir ofis, ufak çaplı flörtleşmeler, iş konuşacağız diye akşam yemeklerine evrilmeler… Yok, ben böyle katil olurum. Edepsiz herif, ellerimi yıkayacağım. Aslında beynimi de şöyle soğuk bir sudan geçirsem fena olmazdı. Belki gülüşü sığmıyordur gerçekten buraya. Ne bileyim ben. Karşıma geçtiğinde elim ayağıma dolaşıyor. Koltuk altlarım terlemiş, gömleğin kenarları tuz göletine benzedi. Havalandırmaya para verecek kim kaldı ki ülkede. Leş gibi oturuyoruz dip dibe.

 

134 numara kalktı. Adam iskeletor gibi, kafasını tavana geçirecek diye başını eğmiş otomatik olarak. Soğuk bir soda hiç fena olmazdı şimdi. Biz onunla aynı havayı soluyor olsak onun ıslak saçları omzundan aşağı öyle akmazdı. Kıl kıl konuşuyor. Neymiş, ben ciddi biri değilmişim, sonradan fikrimi değiştirirmişim. Ağrıma gitmiyor sözleri sanki benim. Kalbinde milimetrelik yollar çizili olmalı. İnce dantelle örülmüş yollar. Ne değiştirecekmişim fikrimi? Amma uzattılar bu işi. Zor duruyorum zaten birilerine tekme tokat sataşmamak için.

Liseli kız babasına telefon açtı. Hızlı hızlı bir şeyler diyor. Evrakın orijinalini mi ne almışlar, geri alabilecek miymiş? Orijinali olamaz mıymış, tamam tamam. Teslim ettiği fotokopisiymiş. Sorun yokmuş. Hırsla yaptığı bacak sporuna mola verdi. Biz onunla Selin’in evinde düzenlediği, herkesin kafayı bulup evliliğe inanmadıkları gibi son derece sıradan klişeleri bas bas bağırdığı yemeklerden birinde tanıştık. İlk bakışta aşık oldum palavrasını sıkamayacağım çünkü gece boyunca tepemi attırdı. İçeri adım attığım gibi kafam güzel zaten, saat ilerledikçe en ufak hareketi bile batar oldu. Hatta bizim Selin çocukmuşum gibi yanımda bitip düzgün davranayım diye tembihledi beni. Bu kız odaya girer girmez sanki herkesle eski dostmuş gibi lafladı, kikir kikir kikirdedi, suratsız Serkan’ı bile sallanırken türkü söylemeye ayağa kaldırdı. Saatler geçti, içti de içti, sarhoş oldu olacak belki, Selin buna makinede türk kahvesi yaptı, mutfakta kız kıza oturulup fallar bakıldı, gecenin bir saatinde kendisine korsan taksi çağırıp tak diye tüydü. Üstelik fotoğrafçı olduğumu söyleyince benle bu ülkede nasıl para kazandığımı sorarak alay etti. O gece ters ters bakıp durdum ona, şöyle ilk defa geldiği yabancı bir ortamda hazırlıksız bir anında yakalarım, kapak olur dedim. Ne şerefsizim bazen. Hiç renk vermedi. Aynı gülüş, aynı duruş, aynı tavır. Selin yeterince sarhoş değilmişiz gibi öve öve bitiremediği Fransız şarabını da açalım diye tutturunca dolabın en üst rafından şişeyi almak bana düştü. O da hazır Selin ile benim aramda dikilirken elimden alıverdi şarabı.

Bana bakmazken parmakları parmaklarıma değdi ve o gün bugündür ben açım. O saftirik Faruk ile çıkarken ben açtım, dırdır Gizem ile aynı eve çıkma eşiğine geldiğinde hala açtım. Selin bize aynı dergide pozisyon ayarlayınca Tufan gözümün önünde ağzından salyalar akar gibi ona asılırken ben öyle bir açtım ki. Herif şutladı beni zaten. Çağımıza paralel bir dergi istediği için gerçek dünyaya ait fotoğraflardan öte grafik çizimlere değer verir olmuş meğerse. 1 ay sonra telefonla görüştük. Yeni fotoğrafçı almışlar işe, Tufan’ın yüzsüzlüğüne sinir olup itiraz edince yatıştırmak için terfi etmiş onu. Böyle bir yerde çalışmasa da olurmuş. Dedim akıl mantık var, otur oturduğun yerde. Dinledi beni. Dinledi beni ama Allah belamı versin, dinlemeseydi iyiydi. Berlin olayı çıkınca Tufan’ın buna bir kırmızı halı çıkarmadığı kaldı. Kanala karşı 1+1 apartman dairesine kadar her şey hazır olunca haberi alalı daha iki hafta olmadan apar topar gitti. Ne zaman dönecek diye sorduğumda da böyle şeyleri kestirmenin pek mümkün olmadığını, daha yolun başında olduğumuzu, gerisin geriye dönebileceğimizi söyledi. Onu duvara yaslayıp, iki omzundan sarsmak istedim. Ama sustum. Gittikten on bir gün sonra, yine gözüme uyku girmiyorken, şimdiki hükümetin terörist bildiği Tarık’ı aradım. Bana B2 Almancasıyla yardımcı oldu sağ olasın.

“Pardon, 139 numara diye seslendiler ama duymadınız galiba. Dalgın bakıyordunuz, siz olabilir misiniz diye düşündüm.” Bizim liselinin sesi şarkı gibi. Kızarmış yanaklarından öpebilirim. Ayağa ışık hızıyla kalktım, başım döndü iyice. Teşekkür ede ede kızarmış domatese benzedi kız. Nasıl dalmışım, ekrana 100 metre kala sıramı kaçıracağım. Plastik camın altından uzatıyor adamcağız. İmzalanacak kağıtlar, doldurulacak adresler, yazılacak isim-soyadları var. Ellerim benden bağımsız çalışıyor. Buğulu camın arkasından fısıldar gibi konuşuyor: “Hayırlı olsun. Almanya yolcususunuz.”

 

Tuğçe Şenoğul’un “Sensin Bunlara Sebep” adlı şarkısından esinlenmiştir.

bottom of page