BÜTÜNLEŞMİŞ HİSLER VE ANLAM AÇLIĞI
Tuğba GürSoy
Sarı ışıklarla aydınlatılmış, oldukça yüksek ve ahşap tavanlı bir salondayım. Sandığımın aksine ahşabın koyu rengi, bembeyaz boyanmış duvarların bitiminde nahoş bir görüntü yaratmamış ama yine de ahşap tavana atfettiğim hoş olmayan izlenimlerimin yansıması beni nesnenin varlığına karşı mahcup hissettirmeye yetiyor. İçimden bir ses nesnelerin de insanlar kadar saygıyı hak ettiğini söyleyip duruyor. Bu sese kulak vermeden ahşap yapılı evin hemen önüne iliştirilmiş ve dallarını aheste aheste bir oraya bir buraya süzdüren söğüt ağacını gözlediğim pencereyi açmaya yelteniyorum. Önce hafif bir kuvvetle yukarı doğru ittiriyorum ardından gücümü biraz daha arttırıyorum ve fark ediyorum ki gücüm yılların eşyada bıraktığı hüznü taşımaya yetmiyor. Bu durumun içimde yarattığı hüzün, uzaklardan kaçarak geldiği diyarda bir küçük soluklanış için konduğu pencerede gafil avlanan ve böylece tutsaklığın esaretinden kurtulup esaretin tutsaklığına kapılan bir papağanın talihsizliği gibi hissettiriyor. Yani dışsal esaretin, öznenin zihinsel ve duygusal hâlini de etkileyerek onu içsel bir esarete mahkum etmesi gibi. Zira kaçılan kafesler, zihinsel kafeslerin kapısını aralamıyor.
İçime konan bu düşüncelerin zihnimde yarattığı keşmekeşe eş zamanlı olarak bir de pencerenin yaşanmışlıklarını tahayyül etmeye çabalarken bir elinde porselen demlik, diğer elinde demliğin yanına yakışır şık bir fincanla Tarık çıkageliyor. Elindekileri fiskosa bırakıp kocaman bir gülümsemeyle pencereye yöneliyor ve sanki pencereyle arasında özel bir anlaşma, hoş bir samimiyet varmış gibi pencereyi tek hamlede açıveriyor. Tarık’ın, eşyanın mahiyetini kavrayışına hayran kalıyorum, kendi kederimi içime atıp kısa bir gülümsemeyle teşekkür ediyorum Tarık’a. İvedilikle, fiskosun sağına ve soluna konumlandırılmış koyu yeşil, kadife ve oldukça hantal görünen koltuklara oturuyoruz.
Tam o esnada gözüm, kaybolduğunu ayan beyan sergilemeden evvel kızıllığını parça parça dağıtan güneşe takılıyor. Gökyüzü, gün batımının bünyemde bıraktığı ve yıllardır bir türlü tanımlayamadığım hissi tam da o an idrak edebileceğim yanılgısına düşürüyor. Bu yanılsamanın eşliğinde gökyüzünün, ihtişamlı enginliğini göğsüme hançer gibi saplayışının mahiyetini de kavrayarak aradan çıkartmak istiyorum lakin Tarık ile geçireceğim birkaç saatin her gün batan güneşi anlamaya çalışmaktan daha kıymetli olacağının kanaatine varıyorum ve parçası olduğum bütünün işlevini tamamlayabilmesine hizmet edebilmek için Tarık’a yöneliyorum. Tarık’la göz göze geldiğim an onun ne düşündüğünü yüzünde çırılçıplak yakaladığıma dair bir yanılsama içinde olduğumu hissediyorum. Bu yanılsamaya sahip çıkıyorum ve insan okuma yetimi hayata geçirmektense epey vakittir kendi gerçekliğim ve gerçeklerim arasında gidip gelmekten ve kendi hakikatliğimin cilvesiyle hemhâl olma meşguliyetimden mütevellit takatsizleştiğim anlatma yetimle başa çıkmayı önceliyorum. Çünkü anlatmanın yüzleşebileceğim yeni şeyleri zuhur ettireceğini hatta anlam arayışlarıma dair doyuramadığım açlığımı örseleyeceğini biliyorum keza bir şeyleri anlatarak hissetmek iç sesimin somutlaştırılmasını sağlıyor ve tamamlanması gereken yeni anlamlar doğurarak içimde kaynayan anlatma açlığını doyuruyor.
Öyle ki tek bir saniyesinin bile tekrarının gerçekleşmeyeceği bu hayatı, her nefesinde farklı değerlendiren insan elbette ki anlattıkça değişmeye ve değiştirmeye ihtiyaç duyuyor. Anlattıkça, anlattıklarının derinliğinin farkına varıyor ve ben de Tarık’ın bana yönelttiği bir soru üzerine içimdeki anlatma açlığımı doyurmaya başlıyorum.
Tarık’ın merak ettiği, insanın kalbini bütünleştiren ve doyuramadığı anlam hissini yatıştıran şeylerin ne olduğu ve ben bu soruyu duyar duymaz kalbimin tamamen bütünleşip anlam hissiyle coşmuş halini muhayyilemde canlandırmaya çabalamanın ne kadar zor olduğuyla çarpışıyorum. Her anın, büyük resmin bağımsız bir parçası olduğunu biliyor olmak benim için her şeyi zorlaştırıyor. Arkamda bıraktığım anlar bir silsile olup kendi kendimin öznesi ve nesnesi olmamı sağlamaktan başka bir işlevi olmayan istiflere dönüşüyor. Bundan oldukça rahatsız oluyorum çünkü bazı anlarımı düşündüğümde, acılarımı, üzüntülerimi, tekrar yaşamak istemeyeceğim anıları her daim daha bir önceki gün yaşamışım gibi tazecik hatrıma getirebildiğimi görüyorum. Buna şaşıyorum ve kendime bunun için kırılıyorum çünkü bu bana, takımı bozuk bir kahve fincanının kendini sunamayışı ama atılmaya da kıyılamayışı ve mecburen bir köşeye emaneten koyverilmişliği gibi tatsız hissettiriyor. Tüm gerçekliği ve somutluğuyla varlığını ispatlasa da tamamsızlığının ezikliğini ruhuna sirayet ettiren, artık ona bakıldığında fark edilen ilk şeyin takımının bozukluğu olmasına rağmen hâlâ letafetle durmaya çabalayan bir fincan gibi.
Tarık ile hemzeban olmamı sağlayan bu soru anlam hissini yakaladığım anları muhayyileme getiriyor. Bu his, soğuk ve karlı bir kış günü tüm ailemin toplandığı, çayın demi ile yüz göz olup tükenmesinin ardından meyve faslına geçildiği, portakalların tam ağza atılacağı esnada ele damlayan sularının alelacele bir mendil yardımıyla silinse dahi parmaklarda çoktan bırakmış olduğu o şekerli kuruluğa aldırmadan muhabbete devam edildiği, salonun orta sehpasına saçılmış portakal ve elma kabukları toplanmaya hazır, çay bardakları mutfağın yolunu gözler vaziyette öylece dururken benim bütün bu kaosa rağmen fütursuzca odanın havasızlığı ve sıcaklığıyla hemhâlleşerek tüm tanıdık sesleri ve ihtiraslı laflaşmaları bir kulağıma hapsetmeyi de ihmal etmeden uyuyakalmışlığıma duyduğum sıcaklığa eş değer bir şey olmalı diye düşünüyorum. Akabinde yavaş yavaş fark etmeye başlıyorum ki anlam hissiyle dolup taştığım ve doyurulduğum anlar hayatın çok içinden, rutin huzuru yakaladığım zaman dilimleri: annemle salonu çepeçevre saran sabah güneşi eşliğindeki kahve seanslarımız veya babamla bir soru üzerine saatlerce süren hasbihallerimiz, babamla annemin ilişkisine dair ihtiraslı gözlemlerim, farklı bir ağaç görür müyüm diye tavaf ettiğim sokaklar yani hayatın tüm rastgeleliği içinde yaratılmış nice anlar arasından ruhuma tekabül edenleri cımbızla çekerek bunların kalbimi tamamen bütünleştirmesine izin verebildiğim anlar.
Kierkegaard’a göre kişilik, daha insan seçimini yapmadan evvel seçime ilgi duyar ve insan seçimi ertelerse kişilik ya bilinçsizce seçer ya da içindeki karanlık güçler seçimi yapar. Şimdi anlıyorum ki esasında ben de sıradanlığın normalliğiyle içkinlemiş bu anları kalbimdeki sıcaklığa zuhur etsin diye bilinçli bir şekilde seçmiyorum, onları biliyorum. Bu anlar, şimdiye kadar doyuramadığım anlam açlığıma pazardan özenle seçtiğim taze sebzeler gibiler. Bu anların kalbimdeki yerini bellemiş olmak eşsiz hissettiriyor. Kierkegaard’ın da dediği gibi o anlar ben onları seçmeden evvel çoktan beni etkilemeyi seçiyorlar bile. Sanırım Tarık’ın yönelttiği soruya da onunla hemzeban olarak böylelikle cevap vermiş oluyorum, hayatta tekrara yer yoktur ama var gibi görünür. Tekrarsızlığın idrakine vararak anlarla kurduğum ilişki üzerinden kendiliğim tezahür edebilir ve anlam hissine dair açlığımı doyurabilirim.