
Aşkın Varolmayan Hatırası
MİHRİBAN KURT
Güneş henüz doğmamış, dışarıdan sesler geliyor. Henüz gitmediğimiz o körfeze korsan gemisi yanaşmış duydun mu? Gemideki korsanlardan birinin her limanda sevgilisi varmış, bir diğerinin tek bir limanda bekleyeni varmış. Ona her gelişinde, gelemediği günler için kırmızı bir karanfil bırakırmış limana, yas tuttuğu her gün için bir karanfil. Benim de bir karanfil bahçem var artık.
Sana henüz gitmediğimiz şehirden de bahsetmek istiyorum. Bütün sokaklarında örme duvarların olduğu, gün ışığının değdiği her duvarın farklı bir renge büründüğü, bize henüz anlatılmamış o büyülü masalın içindeymiş gibi hissettiren şehri diyorum. Hatırlar mısın, öğleden sonra yağmur bastırmıştı da sarı renkli duvarlardan geçerken ellerimi tutmuştun, bir saçağın altında gülüşmüştük. Islak yüzüne kirpiğinden düşen su damlaları, üzerinde antik kentlerin işaretlendiği bir haritayı anımsatmıştı bana. O antik kente girdiğimiz an bulunduğumuz zamandan tamamen uzaklaşmış, antik kente yanardağdan püsküren lavların altında çaresiz bir şekilde teselliyi yalnızca birbirine sarılmakta bulan sevgililere dönüşmüştük. Ellerin yüzümde durmuş, sonsuza değin sana bakarken bulmuştum kendimi. Başka bir ihtimali düşünmüştüm; diğer antik kentlerde göğe uzanan zamansız heykellere de dönüşebilirdik. Birileri bize bütün dünya sahneleri boyunca bakar, zamansız bir aşkın temsili olarak orada öylece dikilirdik.
Şimdi seninle bir antikacının önünde porselen fincanlara bakıyoruz. Her bardağın içeceğe ayrı bir tat verdiğini düşünüyoruz birlikte. Eline aldığın beyaz, yavan, mavi çiçeklerle süslenmiş bardaktan içilen çayın tadının nasıl olabileceğini tartışıyoruz. O an gözüme parlak kırmızı renkte küçük bir kahve fincanı ilişiyor, ‘‘İşte!’’ diyorum, ‘‘Şimdi bundan içeceğim kahve sanki 1970’lerin İstanbul’undaymış gibi hissettirecek, balkonumdan boğazı izliyormuş gibi içeceğim kahveyi.’’ Gülüyorsun.
‘‘Peki.’’ diyorsun, ‘‘Sein Nehri’nin kıyısında gün batımını izliyormuş gibi hissettirecek fincanı bulabilir misin bana?’’ Elinde tuttuğun fincanın o olduğunu söylüyorum. O gün o fincanı almadın. Alsaydın belki de sonsuza kadar Sein Nehri’nin kıyısından gün batımını izler gibi kahveni içebilirdin. Belki de o güne dair tek anı o fincan olurdu, bende olduğu gibi. Şimdi benim parlak kırmızı renkte küçük bir fincanım ve kırmızı bir karanfil bahçem var.
Bugün hava tam da sonbahara yaraşır, hafif yağmurlu ve kasvetli. Tüm dünya bana kahverengi görünür böyle günlerde, sana da öyle göründüğünü biliyorum. Seninle sararan bir kentin henüz kimselerin bilmediği sokaklarını keşfe çıkmıştık. Üzerinde siyah uzun bir palto, elinde dedenden kalma siyah bir şemsiye vardı. O gün o şemsiyeyi hiç açmadın, yağmur bütün yüzüne dağıldı. Uzaktan bir keman sesi duyduk, yokuşun sonundaki evden geliyordu. Sesin geldiği eve yaklaştıkça günün rengi kırmızıya döndü. Evin önündeki ağacın orada durduk, turuncu yapraklar altında bizim için çalan o şarkıları dinledik. Ellerimi tuttun, hiçbir şey demedin.
Akşamüstü kararan bir sokağa doğru yol aldık. Sokağın sonunda sarı ışıklarla aydınlatılmış, boşluğa uzanan bir merdiven, merdivenin sonunda iki katlı, kırmızı bir ahşap ev vardı. Bu evin bizim olması gerektiğini düşündüm ama sana söylemedim. Sokakta ilerledikçe altın varaklı aynaların ve çerçevelerin satıldığı dükkânların önüne geldik. Vitrininde oval, küçük bir altın varaklı ayna ve uzun altın varaklı bir boy aynasının asılı olduğu dükkânın önünde durduk. Küçük oval aynaya benim yüzüm düşmüştü, boy aynasına ise senin vücudun yansıyordu. Aynada kendine bakınca elimi bıraktın, aynadaki yüzüme yağmur düşmeye başladı. Yüzüm ıslandıkça ayna çatladı. Aynadaki yansımalarımız yer değiştirdi. Ellerimi tuttun, başka bir vitrinin önünde durduk. Vitrinde çok büyük bir ayna asılıydı. Aynadan birbirimizin yüzüne baktık. ‘‘Bu bir rüya değil.’’ dedin, aynadaki yansıman silindi.
Sana rüyalarıyla, hayalleriyle hikâyesinin sonunu değiştiren aşığın hikâyesini anlattım mı hiç? Âşık, uzun yıllar beklediği sevgilisini düşünmekten, özlemekten başka bir şey yapamaz olmuş. Rüyalarında onu gördükçe daha çok uyumaya, rüyalar âleminde dolaşmaya başlamış. Her gece rüyalar âleminde sevgilisiyle olan anılarının sonu değişiyormuş. Bir süre sonra rüyaları ile gerçek anıları karışmaya başlamış. Rüyalarını düşündükçe de onları başka anılarına dönüştürmüş. Artık gördüğü her rüya onların anısıymış, kurduğu her hayal gerçek bir anıymış, okuduğu her hikâye onların hikâyesiymiş. Sevgilisini kime anlatsa hikâyesinin sonu değişiyormuş. Bir gece rüyasında sevgilisi, yakasında duran kırmızı bir karanfili ona vermiş. Uyandıktan sonra evinin bahçesine onu beklediği her gün için bir kırmızı karanfil ekmiş. O öldüğünde geriye sonu her kitapta farklı olan bir aşk hikâyesi ve kırmızı bir karanfil bahçesi kalmış.
Daha önce sana söylemiş miydim? Benim de kırmızı bir karanfil bahçem var. Artık parlak kırmızı küçük bir kahve fincanım yok.