Açlıktan ObeZİTEYE
ZEYNEP ÇANGA
Sakin bir poliklinik günüydü. Bir hasta ve eşi geldi. Kadın hastaydı, morbid obezdi. Tombul, pürüzsüz yanaklarıyla mütebessim ama içli bakışlarıyla hüzünlü bir siması vardı. Eşi kısa, kara kuru bir adamdı. “Hocam, sigortamız yok,” diye başladı söze. Bir hasta hikâyesinin en acı girizgâhlarından biridir benim için. Konuştuk, konuştuk, konuştuk. Zar zor bulup buluşturulup yaptırılan hastane tahlilleri… Ultrasonlar… Sonuçlar fena. “Keşke biraz kilo verebilseniz,” dedim. “O zaman şunlar şunlar kendiliğinden düzelecek,” diye açıklamaya başlamışken hastanın eşi araya girdi. “Hocam,” dedi, “o benim hatam. Hiç düzgün bir işte çalışamadım. Hep ekmek, makarna yemek zorunda kaldık; ondan eşim böyle oldu.” “Hay Allah’ım,” dedim, “açlıktan obeziteye…”
Boğazıma bir şeyler düğümlendi. O gün bugündür de yutamadım o düğümü. Dilimizde “ekmek parası, eve ekmek götürmek, ekmeğinin derdinde olmak, ekmek kavgası, ekmek mushaf çarpsın” gibi ekmekle ilgili daha doğrusu geçim sağlamak ve aileye bakmanın kutsiyetiyle ilgili onlarca deyim var. Karısının obezitesinden kendini sorumlu tutuyordu ve suçluluk hissediyordu. Eşinin, ailesinin sağlıklı beslenmesini sağlayamamış ama bence ruhsal beslenmesini sağlamıştı. Bu durum kısa bir poliklinik görüşmesinde anlaşılmaz belki ama bir tavır, bir bakış, ince bir mimik, bir ses tonu ne çok şey anlatır bize. Nimetler türlü türlüdür. Yeme içme muhakkak en büyük nimetlerdendir. Hayırlı, sevgi dolu, evliliğin sorumluluğunu alan eş; yeme içme kadar büyük bir nimet değil midir? Ruhun açlığı da bedenin açlığı gibi türlü dertlere sebebiyet vermez mi? Ruh ve bedenin açlığını bir arada gidermek bazen sigortalı, düzenli bir iş kadar kolay ya da, bilmiyorum, zor olabilir.