DOYURULMA Sanrısından ayILMAk
Ayşe Melek
İnsan yavrusu doğduğu anda bir tür ölüm deneyimler. Amnio sıvısı içinde, cenneti yaşadığı, kendisini ihtiyaçsız, tam ve bütün hissettiği bir hâlden bütün acziyetiyle dünyaya uyanır. Göbek kordonu aracılığıyla beslendiği ve homeostasis dengesinin neredeyse hiç bozulmadığı mutmain hâli sonlanmış ve kordonun kesilmesine bağlı ani kan şekeri düşüşüyle ne olduğunu anlamlandıramadığı korku dolu bir deneyime fırlatılmıştır. Tümgüçlülüğünü yitirerek ve bütün acziyetiyle ellerini dünyaya açıp neredeyse yalvararak doyurulmayı beklemektedir. Buradan sonraki süreç bu dengenin bozulup yeniden düzenlenmesi olarak milyonlarca kez tekrar edecektir. İç dengemizi bozan çok fazla değişken olmakla birlikte bizim için başladığı yer açlıktır. Çağdaş gelişim kuramcılarından Daniel Stern “Bir Bebeğin Günlüğü”nde dünyadaki ilk günlerini geçiren bir insanın deneyimini tarif etmek için açlık fırtınası metaforunu kullanır. Korku dolu ve psikotik bir dünyadır bu dünya. Bütünlük hissinin tamamen ortadan kalktığı, çatlak, keskin, kaotik ve acılı bir dünya.
Fırlatıldığımız bu korkunç boşluğun içinde hissettiğimiz derin korku ve ihtiyacın ateşleyicisi olduğu tiz bir çığlık, bir ciyaklama yükselir. Dünyayla ilişkimizin çekirdeği, “Bana bakın, beni doyurun, dengemi sağlayın, nolur biri bana bir şey yapsın ve bu acı, bu çatlama sona ersin!” mesajı. Eğer yeterince şanslıysak bir el uzanır dışarıdan, bir dokunuş, bir bakış, bir ses; annenin aylardır aşina olunan, güven veren kokusu gelir ve bizi çıkarır atıldığımız o derin ve uçsuz boşluktan. Sakinleriz; tiz çığlıklar yatışır, dünya sessizleşir, korku diner ve yerini bir süreliğine, yeni bir ihtiyaç açığa çıkana kadar, güven hissine bırakır. Dünyada ilk temas ettiğimiz kişi bu anlamda açlıkla ve dünyanın geri kalanıyla olan ilişkimizi belirleyecektir. O bizi yerinde yeterince doyurursa (Buradaki doyurmak yalnızca fiziksel açlığı gidermek gibi düşünülmesin. O aynı zamanda bir insanın sevilmesi, onunla ilişki kurulması anlamlarını da içerir.) fiziksel ve ruhsal gelişimimizin önü açılır. Aksi halde içine fırlatıldığımız çatlak, bölük pörçük, ürkütücü dünyaya yönelik talepkârlığımız ve ondan sürekli alacaklı olduğumuz sanrısı ruhsallığımızda bir yerlerde asılı kalacaktır. Dünyaya yönelik içsel tutumumuz her ne pahasına olursa olsun oradan bir şey almak, dünyadan yoğun bir beklenti hâlinde olmak gibi bir hâle sürüklenme riskiyle karşı karşıya kalır. İhtiyaçlı, aç ve alıcı konumda başladığımız hayat yolculuğunu umulur ki doyurulmuş hissederek, verici olabilecek denli dengeli ve dingin bir halde sonlandıralım.
Bunun olabilmesi için doyurulma ya da tatmin olma yollarımızın gelişimsel süreçte dış kaynaklı olmasından ziyade daha bizim kontrolümüzde olan ve elimizden alınamayacak şeylere dönüşmesine ihtiyaç olduğunu söylesem çok yanlış bir şey söylemiş olmam. Klein’ın haset bahsine göndermeyle, birincil besin kaynağımız olan memenin ötekinin kontrolünde olması haseti tetikleyen ana unsurdur ve bu bağlamda dışsal yani kontrol edilemez olan ruhsallığımızda yeniden yapılanmaya muhtaçtır. Bunu biraz açacak olursak dış dünyayı kontrol edemediğimiz gerçeğinin idrakine varmak ve bu idraki bir çeşit kabule dönüştürmek istediklerimiz olmadığında gelen hayal kırıklığı ve öfkeyi teskin edebilmemize yardım eder; bu sayede dünyaya karşı duyduğumuz açlık ve bunun karşılanması beklentisinin yarattığı ızdırap diner. Aç oluşumuz yine de acılı bir varoluş getirse de bunun bir drama ve ızdıraba dönüşmesinin önü kesilmiş olacaktır.
Burada dünyaya yönelik açlığımızın bazı temel görünümlerinden söz edilebilir. Bunlardan ilki gerçekten fizyolojik açlığımız ve bunun duygusal bileşenleridir. Bir diğeri güç istenci, bugün özellikle para ya da kariyer sahibi olmakla günlük hayatta karşılık bulan bir şey gibi okuyabiliriz. Başka bir tanesi şöhret arzusu, diğerleri tarafından hayran olunmak, beğenilmek olabilir. Özetle her biri içsel tutum olarak bizi dış dünyaya yönelten, bizim değil diğerlerinin kontrolünde olan şeylerdir. Bunların benim gerçek ihtiyaçlarım ya da bana gerçekte iyi gelecek olan şeyler olduğunu zannediyorsam doğal ve kaçınılmaz olarak bunları elde etmek ve elde tutabilmek için manipülatif ve kaygılı bir hâlin davetçisi ve taşıyıcısı olmak durumunda kalırım.
Manipülatif olmam gerekir ki her zaman diğerlerinin hayranlığını kendimde tutabileyim. Bu beni her daim eylem hâlinde ancak işlevsel ve gerçek anlamda üretici olmayan bir eylemin içerisinde tutar. Yaptığım her şeyin motivasyonu diğerini şaşırtmak ve ayartmak olacaktır. Bu da çok huzursuz ve kaygılı bir iç dünya demektir çünkü hayranlığının ya da beğenisinin her an orada benimle kalacağına dair hiçbir güvence yoktur.
Bunların yerine gerçekten kimsenin bizden alamayacağı ve açlığı gerçek anlamda dindirecek bazı tekliflerde bulunmak mümkün. Bunlardan birisi inançtır fakat bu inanç genel ve dogmatik bir inanç değildir. Kişisel tecrübeye dayalı ve gerçekten deneyimimizden süzülen bir inançtır. Daha önce yapmış olduğum ya da bir şekilde benzerini yaptığım bir şeyi yapabileceğime inanmak mesela. Hiç yürümediğim bir yola dair fanteziler üretmek yerine yürüdüğüm bir yolun yürüdüğüm kadarıyla ilgili içimde bazı kanaatlerin oluşmasının getirdiği deneyime bağlı bütünüyle sarsılmaz olmayan bazı anlam adacıkları diyebiliriz. Böyle bir inanç benden alınamaz çünkü gökten zembille inmedi ya da ben ona açlığımı doyurma sanrısıyla yapışıp kurtarıcım olması beklentisiyle sarılmadım.
Kendi gerçeğimi kabul ettiğim bir yerden hayatı devam ve idame ettirmeye yönelik gayretim de benimdir ve ben istemediğim sürece benden alınamaz. Bunu hırsla ayırmamız anlamlı olur çünkü hırs, başta saydığımız, kaynaklarını dışarıda aradığım doyma araçlarına beni yönelten şeydir ve gerçek anlamda doyrulamaz. Bir döngüselliğin içinde beni patinaja sokar. Gayret ise o an içinde bulunduğum hâlin bütünüyle kabulüyle kendim ve diğerleri için elimden geleni yapmamdır. Son olarak şimdide kalma gücü, dikkat ve konsantrasyon elimden alınamaz. Açlığımı, dışa bağımlı olmanın dışına çıkarabilmem mümkündür; ellerimi açtığım ve beklenti içinde sürekli dış dünyadan talep ettiğim doyurulma ihtiyacımı ancak şimdide kalma gücümü ve dikkatimi artırarak azaltabilir ve böylece açlıkla kurduğum ilişkiye yeni ve olgunlaşmaya hizmet eden bir yön verebilirim. Dikkat benim en büyük gücüm; onu kimseye kaptırmayıp kendim yönetebilir olduğumda gayretle ve konsantrasyonla, gerçeğin tam içinde, dışa bağımlı olmayan bir ruhsallıkla ve şükranla durabilmem mümkün.
Özetle içsel dengemiz bozulduğunda onu yeniden tesis etmemizin yolunun hayatımızın ilk yıllarında dış kaynaklı olduğunu hatta bunu kendi başımıza yapmamızın hiçbir yolu olmadığını kesin olarak biliyoruz fakat bugün durum bu değil. Bugün kendimle çalışma gönüllülüğüm varsa açlığımın bende yarattığı acıyı görüp bunu ızdıraba dönüştürmeden, insan varoluşumla kendi gerçekliğimin içine açgözlü olmayan bir yerden yerleşmem mümkün.