"Açlık" Romanının PsİKANALİTİK İNCELEMESİ: KLEİNYEN BİR BAKIŞ
AleynA ÇİÇEK ERDOĞAN
Norveçli yazar Knut Hamsun, ilk kez 1890’da yayımlanan Açlık (Slut) romanında, elinde yazma tutkusundan ve kabiliyetinden başka bir şey bulunmayan bir adamın açlıkla mücadele ederek geçirdiği, birbirine benzeyen günlerinin bir resmini sunar. Okurun gerçek adını hiçbir zaman öğrenemeyeceği başkahraman, Danimarka’nın soğuk gün ve gecelerinde, başını sokacak bir daireyi, bir otel odasını güçlükle bulabilmekte, konakladığı yerlerin ücretini güçlükle karşılayabilmektedir. Yazdıklarından bazıları bir gazetede yayımlanmaya layık görüldüğünde kahramanın eline birkaç kron geçmektedir. Bu birkaç kronla kimi zaman kendisine bir yemek ısmarlayan kahraman, kimi zaman da kendisi çok ihtiyaç duyduğu halde eline geçen parayı bir bahşiş veya sadaka olarak bir başkasına bağışlar. Bu denli aç bir adam için çoğu zaman fazla gururlu veya tokgözlü olduğu görülür. Kahramanın öyküsünde “almayı bilmemek” veya “verileni kabul edememek, verilenle ne yapacağını bilememek, kendini doyuramamak” etrafında şekillenen bir açlık serüveni merkeze oturur.
Bir toplumda açlığın ve yoksulluğun sıradanlaşmasının, yetişkin bir adamın günlerce açlık çekmesinin ardındaki sosyopolitik sebepler de elbette konuşulmayı hak eder. Ancak bu yazı, aç kalmış bir yetişkinin, nasıl da hayatının en ilk(s)el dönemindeki o aç, mahrum bırakılmış bebeğe dönüştüğünü görmek; o bebeğin duygulanımsal dünyasına ve ruhsal işleyişine, açlık çeken bir yetişkin adamın hezeyanla gerçeklik arasında gidip gelen düşünme biçiminden ve en çiğ biçimde yaşadığı ruhsal deneyimlerinden bakmak üzere yazılıyor.
Melanie Klein, Freud’un ayak izlerini takip ederek geliştirdiği kuramında, ruhsal işleyişin yaşamın daha erken bir döneminde şekillendiğini öne sürer. Bazı Şizoid Mekanizmalar Üzerine Notlar (Notes on Some Schizoid Mechanisms, 1946) ve Bebeğin Duygusal Yaşamına Dair Bazı Kuramsal Sonuçlar (Some Theoretical Conclusions Regarding the Emotional Life of the Infant, 1952) başlıklı çalışmalarında, erken dönemde paranoid-şizoid konum ve depresif konum olarak tanımladığı iki önemli pozisyonu açıklar. Paranoid-şizoid konum, yaşamın ilk 3-4 ayını kapsayan, bebeğin benliğinin ve dolayısıyla nesne temsillerinin de bütünleşmemiş olduğu dönemi ifade eder. Klein’ın kuramında bu bütünleşmemişlik, kısmî nesne ilişkilerinin öncülüdür. Buna göre bebek, yaşamın en erken döneminde anneyi bir bütün olarak algılayamaz ve onunla bütüncül bir nesne ilişkisi kuramaz, ancak beslenme üzerinden “meme” ile kısmî bir nesne ilişkisi kurar. Bu konumda bebek “iyi meme” ile “kötü meme” arasında bir bölmeye (splitting) başvurmaktadır. Bebeğin ihtiyaçlarını görüp anlayan, ona yanıt veren, onun için orada olan, besleyen, doyuran meme “iyi meme”; ihtiyaçlarına karşılık vermeyen, ihmal eden, mahrum bırakan, hüsrana uğratan meme ise “kötü meme” olacaktır (Klein, 1946, 1952, 1957).
İyi meme yalnızca fiziksel olarak beslenilen bir kanal değil, yaşamın bir kaynağı, yaşam içgüdüsünün, sevginin, cömertliğin bir vekili olarak orada bulunmaktadır; buna karşılık kötü meme de persekütif (zulmedici) endişelerin, ölüm dürtüsünün harekete geçtiği yerdedir. Bebek, doğuştan gelen ölüm içgüdüsünün yarattığı yok olma endişesiyle ve bundan doğan zulmedilme kaygısıyla baş edebilmek için, kötü memeye nefretle, saldırganca bir eğilimle yatırım yapar. İyi memeye olan yatırımı ise sevgi ve şükranla örülmüştür. Burada söz konusu olan, memeyi sevgiyle ve açlıkla kabul ederek emmek veya memeyi ısırmak, acıtmak, anneye güçlük yaratacak şekilde huysuzlukla memeyi reddetmek gibi somut dışsal süreçler olabilir; bununla beraber, kaygılar, libidinal veya yıkıcı fanteziler ya da nesneyi “iyi” veya “kötü” olarak içe yansıtma gibi içsel süreçler de sevginin veya nefretin, şükranın veya hasedin izdüşümleridir (Klein, 1952, 1957).
Klein, önceki yazılarında memeye yönelik açgözlülükten, nefretten, sadist fantezilerden söz etmiş, 1957’de ortaya koyduğu çalışması Haset ve Şükran (Envy and Gratitude)’da bunlara hasedi de eklemiştir. Ona göre, her beslenme ilişkisi hazzın yanında hüsran da barındırır ve hüsrana uğramış bir bebek için, esirgeyen, “alıkoyan” meme, haset duyulan bir nesneye dönüşecektir. Memenin, bebeğin sahip olmadığı, sınırsız, doyurucu bir kaynağa sahip olması hasedin sebeplerinden biridir; diğer sebep ise memenin, sahip olduğu kaynağa rağmen “yoksun bırakıyor” olmasıdır.
Romana dönülecek olursa, süreğen bir açlık çeken kahramanın, ondan “esirgeyen” Tanrı’ya sitemi, öfkesi ve isyanı pek çok yerde görülür; sanki Tanrı, sonsuz kaynağa sahip olan bir memedir ve ondan esirgediği için çoğu zaman “kötü meme” olmaktadır:
“Tanrı’yla ilgili düşünceler zihnimi yeniden işgale başladı. Kendime iş ararken her seferinde onun yolumu kesmesi, bütün isteğim sadece günlük nafakamı çıkarmakken her şeyi mahvetmesi affedilmez bir davranıştı.”
“Eğer Tanrı, beni işkenceye uğratarak yolumun üzerine üzüntülerle aldanışlar yığarak beni kendisine daha çok yaklaştıracağı ve iyileştireceği zannında ise, aldanıyordu. Bunu kendisine temin edebilirdim. Gözlerimi gökyüzüne kaldırdım. Gururla ve hınçla hemen hemen gözyaşı içinde, içimden bunu bir defa daha tekrar ettim.”
“Herkesin cezasını bana çektiren Tanrı’nın keyfî iradesine karşı en kuvvetli itirazları buluyordum.”
Tanrı onun “yolunu kesmekte”, onu “işkenceye uğratmakta”, “herkesin cezasını ona çektirmektedir”; bu aşamada kahraman açık bir biçimde, Tanrı’yı zulmedici bir nesne olarak deneyimliyordur.
Yine de Tanrı’nın kahraman için iyi memeye dönüşebildiği zamanlar da oluyordur:
“Hatırıma parça parça din telakkileri geldi. Kulaklarımda İncil’den bölümler yankılanıyor. Başımı yana eğerek kendi kendime söyleniyordum. Ne yiyeceğimi ne içeceğimi, dünyevi vücut denilen bu kutunun içine ne koyacağımı neden düşünmeliydim? Tanrı Babamız, göğün kuşları gibi beni de himayesi altına almamış mıydı?”
Kahramanın, zulmeden bir Tanrı fikrinden (kötü meme fantezisinden), kendisini koruyacak ve besleyecek, cömert ve güven veren bir Tanrı fikrine (iyi meme fantezisine) savrulduğu görülür.
“Tanrı parmağını sinirlerimin şebekesine sokmuş ve o arada gizlice birkaç teli biraz karıştırmıştı. Sonra Tanrı parmağını çekmişti ve bakınız bu parmağın üzerinde sinirlerimin tellerinden kopmuş zerreler kalmıştı. Ve Tanrı’nın parmağının dokunduğu noktada büyük bir gedik, kafamda onun parmağının geçtiği kısımda bir yara kalmıştı. … Fakat Tanrı, parmağı ile dokunduktan sonra, beni rahat bıraktı, bir daha dokunmadı ve bana hiçbir fenalığın gelmesine müsaade etmedi.”
Burada, kahramanın içsel dünyasındaki zulmeden Tanrı ile sonra onu bırakan, üstelik koruyan Tanrı, aynı Tanrı’dır.
Klein (1957), benliğin “tedricî bütünleşme” işlevinden söz eder. Buna göre, erken dönemde bölünmüş durumda olan benlik ve nesne dünyası, ilk birkaç ayın ardından bir bütünleşme sürecine girer. Bu süreçte bebek, sevdiği nesne ile nefret ettiği, saldırdığı nesnenin aynı olduğunu fark eder; bundan hem bir suçluluk hem de bir misilleme endişesi doğar. Bu dönem, yaşamın ilk yılının ikinci yarısını kapsar ve paranoid-şizoid konumun terk edilmesine de işaret eden depresif konuma karşılık gelir. Depresif konum, bebeğin nevrotize olmasına izin verir. Aksi halde bölme, yadsıma, yansıtma mekanizmalarının ve zulmedilme kaygılarıyla hasedin devrede olduğu paranoid-şizoid konum, yetişkin yaşamına güçlü paranoid-şizoid eğilimler bırakacaktır.
Romanın bir kısmında, kahraman, yine aç ve çaresiz kaldığı, haline öfkelendiği bir anda gökyüzüne doğru bakarak Tanrı’ya sitem eder. Hemen ardından, sanki içinde onun tam aksini düşünen, onun aksine konuşan bir başkası varmış, bir papaz onun ağzından kendisine sorarmış gibi, “Fakat çocuğum ona bir kere müracaat ettin mi?” diye sorar. “Fakat onu yâd ettin mi?” Burada, iyi meme ile kötü memeyi birlikte düşünmenin, sentezlemenin yarattığı suçluluğun izleri görülür. Kahramanın ‘o’ diyerek söz ettiği, Tanrı’dır. Evet, belki Tanrı onu mahrum bırakıyordur ama kendisi de onu hatırlayıp ona başvuruyor mudur?
“Metelik yok fakat Tanrı’ya şükür, lütfu ilahîye inanıyorsun, imanını kaybetmedin. Tanrı’ya o kadar inanıyorsun ki hemen ellerini kavuştur ve bir günahkâr tavrı al.” Bu, kendisine verdiği telkinlerden biridir. Kahraman, bütün zulmedilme ve yoksun bırakılma hislerine karşın, iyi memeye şükran duymaya, onun varlığını korumaya, ona yatırım yapmaya devam etmek için çabalıyordur. “Bir günahkâr tavrı almak” istemesinde de suçluluk duyguları rol oynar.
Bir yandan, kaygılarının ve memeye olan hasedinin yoğunluğu, ihtiyaç duyduğu besinle ilişkisini de bozmaktadır. Çok açlık çekmesine ve bitap düşmesine karşın, kahraman şöyle der: “Benim gıdaya tahammülüm yoktu. Bunun için yaratılmamıştım, garabetim burada idi, uzviyetimin gıdaya karşı bir nefreti vardı.” Nihayet bir şeyler yiyebildiğinde midesinin bulanması, kusması da bu durumla ilgilidir. Bedeni besini kabullenememekte, besin, içeri alındığında zarar veren bir şeye dönüşmektedir. Klein (1957) bunu, hasedin, memeye saldırarak ondan gelecek besini bozmasıyla açıklamıştır. Ona göre, bebek hem bakılmak, beslenmek ister ama aynı zamanda memeden kuşku duyar; memeye dair duygularındaki çiftedeğerlilik, besinden doyum almasını engeller.
Karl Abraham (1924) da emme döneminin bebeğin nesnelerle çiftedeğerli ilişkiler kurduğu bir dönem olduğunu, bebeğin nesnelere dostça mı yoksa düşmanca mı yaklaşacağını emmekten aldığı hazzın belirlediğini, bu hazzın aynı zamanda bir şey alma, kendisine bir şey verilme hazzı olduğunu belirtmişti. Ona göre erken dönemde hazdan yoksun kalmak, yaşamın ilerleyen dönemlerinde haz ihtiyacının belirginleşmesine yol açacak ve kişinin hazza dair hayal kırıklığı yaşadığı bir durumda, erken döneme gerilemesi (regression) mümkün olacaktır.
Açıktır ki kahraman, içine bir şey almakta güçlük çekmektedir. Diğer yandan, istemekten de vazgeçmez. Arayışının hüsranla sonuçlanması, kahramanın da ruhsal olarak regrese olmasına yol açar. Dolayısıyla, iyi meme ile kötü memeyi bütünleştirebilmenin, depresif konuma geçebilmenin, suçlulukla nevrotize olabilmenin getirdiği ilerleme aksar. Yaşamın erken dönemine gerilemesi, paranoid eğilimlerinin, persekütif endişelerinin artmasıyla sonuçlanacaktır. Klein (1957) da erken dönemdeki paranoid-şizoid mekanizmaların şizofreninin temelini oluşturduğundan söz etmiştir. Bu, bütün bir benlik ve nesne algısının kırılmasını, gerçeklikle bağın kopmasını, psikotik çekirdeğin harekete geçmesini ifade eder.
Romanda, kahramanın paranoid eğilimler gösterdiğine, gerçeklikle olan bağında gedikler açıldığına sık sık rastlanır. Örneğin, bir bankın üzerinde gazete okumakta olan bir adam gördüğünde bu gazeteden kuşku duyar:
“Hatta çılgınca bir düşünceye kapıldım; bu, olağanüstü özellikleri olan bir gazete olabilirdi. Merakım gittikçe artıyordu ve sıradaki yerimi değiştirdim. Bunlar, birtakım vesikalar, evrak mahzeninden tehlikeli bir surette aşırılmış kâğıtlar olabilirdi. Belki de gizli bir sözleşme; bir fesat şebekesinin evrakıdır, diye düşündüm. … Niçin gazetesini her adam gibi tutmuyordu, gazetenin başlığını dışarıda bırakmıyordu? Bu ne çeşit bir hile idi? … Bu işin içinde bir iş olduğuna, hayatımı koyarak bahse girerim.”
Karakoldaki yedek bir odada konakladığı gece, duvardaki deliğe yönelik şüpheleri de paranoid düzeydedir:
“Onu yokluyorum, içine üflüyorum ve derinliğini anlamaya çalışıyorum. Bu masum bir delik değildi, hiçbir zaman! Şüpheli bir delildi, benim için aldanmamak lazım gelen esrarlı bir delikti.”
Kendi kendine yaptığı konuşmalar, bu konuşmaların adeta iki kişilik bir kavgaya dönüşmesi, yolunda gitmeyen işlerinde şeytanın bir parmağının olduğuna inanması, kendince bir kelime uydurup ona epey önem ve anlam atfetmesi gibi başka örnekler de kahramanın gerçeklikle olan bağının nasıl gevşemiş olduğunu gözler önüne sermektedir.
“‘Hey koca Tanrı’m bir kelime icat ettik yahu!... Kuboa… Gramer itibarıyla büyük ehemmiyeti olan bir kelime…’ Sonra alçak sesle konuşmaya başladım çünkü söylediklerimi duyabilirlerdi ve gizli icadımı herkesten saklamak niyetinde idim. Açlıktan tam delilik hâline gelmiştim. Boş ve ıstırapsızdım, artık düşüncemin dizginlerini tutamıyordum.”
Bu dizginleri tutamama hali, bir ölçüde manik bir durumu da ifade etmektedir. Kahramanın, karnı doyduğu zaman kendini önemli şeyler yazmaya muktedir hissetmesi; yazdığı yazılarla ilgili hissettiği coşku ve heyecanın hemen ardından derin bir ümitsizliğe kapılması; ani duygusal değişimleri; taşkınlık ve delilik anları ondaki manik-depresif duygudurumun göstergeleridir. Burada kahramanın paranoid kaygılara ve zulmedici endişelere karşı manik savunmalara başvurduğu açıkça görülür. (Bronstein, 2010). Bu savunmaların başarılı olamadığı durumlarda da kahramanın yazılarına, kendisine, hayatına, Tanrı’yla ilişkisine dair ümitsizliğe ve çaresizliğe sürüklendiği depresif bir duygudurum ortaya çıkmıştır.
Klein (1957), ilksel iyi nesneyi güvenli bir biçimde içe yansıtabilmiş olanların, sevgi ve güven içeren nesne ilişkilerini sürdürebileceklerini söylemişti. Görünen o ki kahraman, iyi meme ile kötü memeyi bütünleştirememiş, iyi memeye baskın gelen kötü memenin zulmediciliğiyle baş edebilmenin tek yolunu ondan vazgeçmekte bulmuştur:
“Sana söylüyorum, ey göklerin mukaddes Tanrı’sı, sen mevcut değilsin, fakat var olsaydın ben seni öyle telin edecektim ki senin gökyüzün cehennem ateşiyle titreyecekti. Sana söylüyorum, ben sana hizmet ettim, beni reddettin, beni ittin ve ben sana ebediyen arkamı çevirdim. … Şu andan itibaren senden, senin şanından, şöhretinden ve eserlerinden yüz çeviriyorum.”
Bu an, kahramanın onu duyan, onun için orada olan bir Tanrı’dan (iyi memeden) ümidini büsbütün kestiği, onu reddeden Tanrı’yı (kötü meme) da -bütün yadsıma çabalarına karşın- kabullenerek ondan yüz çevirdiği andır.
Onu aç, çaresiz, mahrum bırakan bir Tanrı’nın dünyasında, kahramanın kapsanma ihtiyacı, tıpkı ana rahminde büzülüp korunduğu dönemdeki gibi, arkaik döneme dair bir özlem olarak açığa çıkmaktadır:
“Geceleyin başımı sokacak yeri nerede bulmalı? İçine büzülüp sabahlayabileceğim bir delik var mıydı?”
Aradığı o deliği bulamaz. Romanın sonunda, Tanrı’dan vazgeçtiği gibi, üzerinde yaşadığı, onu kapsamayan, onu doyurmayan, istediğini ona vermeyen topraklardan da vazgeçer. Uzaklara giden bir gemiye atlayıp şehirden ayrılır. Belki iyi memeyi bir başka yerde bulabilme ümidiyle. Oysa bilmediği şudur: iyi meme, dışarıda değil, içeride olan bir şeydir; içselleştirilmiş bir şey; tıpkı kötü meme gibi.
REFERANS LİSTESİ
Abraham, K. (1924). The influence of oral erotism on character-formation. Selected Papers of Karl Abraham, Chapter XXIV, 393-406.
Bronstein, C. (2010). Two modalities of manic defences: Their function in adolescent breakdown. The International Journal of Psychoanalysis, 91(3), 583-600.
Hamsun, K. (2005). Açlık. Ankara: Elips Kitap. (Orijinal çalışma basım tarihi 1890).
Klein, M. (1946). Notes on some schizoid mechanisms. Envy and Gratitude and Other Works 1946-1963, 104, 1-24.
Klein, M. (1952). Some theoretical conclusions regarding the emotional life of the infant. Envy and Gratitude and Other Works 1946-1963, 104, 61-93.
Klein, M. (1957). Envy and Gratitude. Envy and Gratitude and Other Works 1946-1963, 104, 176-235.