top of page

Üst Kat Komşumun Ağlayan Bebeğİ: Kırılganlığı Duymak Üzerİne

ElİF DEMİRBAŞ

Virajı aldıktan sonra karşılaşacağı yola girmemeye dair niyetini gizlemek için mi sunuyor kırılan parçalarını? En apaçık haliyle. O yoldan çok korktuğunu gizlemenin konforlu bir yolu olabilir mi kırılan parçalarını göstermek? Acıyor. Şişiyor. Kızarıyor. Morarıyor. Öyle çok bakalım ki nasıl kırıldığına, daha önce birbirimize nasıl bakmadığımız onarılsın. 

Birbirimize nasıl bakmadığımız. 

Üst katımda saatlerdir bir bebek ağlıyor. Annesi yoruldu, biliyorum. 

Yemek de yapamıyormuş akşamları. 

Öyle işte. Üst katımda saatlerdir bir bebek ağlıyor. Annesi yoruldu, biliyorum. O kadar.  

 

En doğru olmanın, bizi incitecek, rahatsız edecek, hırpalayacak, hatta epeyce yaralayacak birçok bağdan, seçimden, yoldan en uzak olmak olduğunu paylaşan  kolektif bir hareketlilik söz konusu. Freud’un haz ilkesi diyerek özetlediği “acıdan  kaçış’ın” buralara varacak kadar bizi birbirimizden koparmasını tahayyül edebilir miydik? Birbirimize bakmıyor olmanın yok ettiği sorumlulukların gölgesinde sürdürdüğümüz hayatın yapma ferahlığı içerisinde, sahici bir hayat yaşadığımızı mı iddia edelim? Kim inanır? 

 

Annem küçükken bana nasıl davranmış biliyor musun, o yüzden bugün bu haldeyim. Nasıl incinmiş, nasıl paramparça olmuşum. 

Çok küçükken evlenmiş. İlk çocuğu, ilk doğumu filan. 

Ama nasıl zor bir haldeyim şimdi. 

Bana nasıl davranmış biliyor musun? Bileceksin. 

Çok küçükken evlenmiş. Biliyorum. Zormuş, çok korkmuş. Biliyorum. Öyle işte. O kadar. 

 

İncinen, onarılan, güçlenen, sonra tekrar incinen, tekrar onarılan ve bu sefer daha da güçlü bir versiyona evrilen tüm bağların altında “acıya katlanma” gücünün yattığını paylaşabiliriz. Arada geçen, sarsan, çizikler atan belki yarıklar açan o acının içinde  kalmaya devam ederken, bir başka elin onu dikmeye, iyileştirmeye gönüllü olduğunu anlıyorum. Müsade ediyorum. Onarabildiğimizce onarıyor, o versiyonuna razı oluyor ve  devam ediyoruz. Buna müsade etmediğimiz tüm versiyonlarda, acı ihtimali taşıyan tüm ilişkilerden, seçimlerden, sorumluluklardan koparak bir başımıza veya hiç incinmeyeceğimiz ideal bir ilişkinin özleminin gölgesinde bir yaşam sürmeye çabalıyoruz.  

Sokağımda bir kadının çığlığını duydum. 

Sanırım biri dövüyordu. 

Başka çaresi kalmamış gibi, çığlık çığlığa bağırıyordu. 

Herkes balkona çıktı. 

Çığlık bitene dek dinledi. Sonra yavaşça içeri girdi. 

Sokağımda bir kadının çığlığını duydum. 

Öyle işte. 

O kadar. 

 

Duygularını alıp doldurduğu avuç içlerinin; acıya, kırılmaya, bu yaralanmaya belki  taşıyamadığı için müsade etmediğinden mi, bir başına olmanın getirdiği, yalnızca  kendinden sorumlu olmanın konforunda olmaktan mı bilinmez… Eyleme vuruşunun  şiddetli, duygularının gürültülü, yaşantısının canlı geçtiği bir borderline’dan; tüm bunlarla baş edemediği için kendi başınalığına sığınan narsistik bir örüntüye doğru uzanan bir yol.  

 

Bir başkasını görmeyi reddettiğim senaryolarda, belki de kendimin yanında da bir  başkasını tahayyül edemiyorum. Öylesine zalim, öylesine ağır ki hayat; diken üstüne yürümeli, mümkün mertebe incinmemeli, hayal kırıklıklarımı cebime, öfkemi görünen parçalarımdan en uzak olanına saklamalı, o her gördüğümde içimde bir parçayı sıkıp bırakıyormuş gibi hissettiğim insanı görmezden gelmeliyim. 

 

Doktorun var olmadığı, ağrı kesicilerin henüz icat edilmediği, yaralananın ya öldüğü ya da yavaşça yok olduğu ücra bir kasabada hasta olmaktan daha korkunç ne olabilir? Kimse kimseyi iyileştirmeye de yanaşmıyorsa. İyileştiremiyor olmanın ağırlığından kaçmak için hiç adım atmıyorsa. Çok ama çok korkuyorsa. 

 

Kollektif olarak içinde olduğumuzu hissettiğimiz yaşamı deneyimleme yolumuzda,  yaşadığımız semtte, kalabalık masalarda, ofis masalarında, apartmanımızda, iktidarın parmağını uzatarak deldiği her bir parçada yavaş yavaş iyileşmeye ve iyileştirilmeye dair inançlarımızı masaların altına doğru sakladık. 

İçeri almışlar. 

Nedenini biliyorum. 

Ama söyleyemem. 

Onu gördüğümü bile. 

Ben içeri giremem. 

Ama onu içeri almışlar. Biliyorum. 

Öyle işte. 

O kadar. 

 

Kırılgan yanlarımızı, görülmeye, hissedilmeye, onarılmaya ihtiyaç duyan yanlarımızı, sıkıştırdığımız ceplerimiz artık bizi taşımıyor.  

Görmedikçe ve görülmedikçe varlığımızın silik bir silüet halinde, bu hayatta süzüldüğünü hissetmek.  

Hissettikçe daha da görülmesini dilemek. 

Görülmedikçe kırılmak. Kırıldıkça ve onarılmadıkça daha da narinleşmek. Belki tek ihtiyacımız daha fazla görünür kılmaktı hikayelerimizi.  

Neşemizi. 

O gün ne yediğimizi. 

Trafikte canımızı sıkan magandayı. 

Canımızı en çok acıtan sözü. 

En sevdiğimiz filmi. 

Sevgiyle.

bottom of page